9 Kasım 2018 Cuma

KİTAP ÖZETİ Kitabın adı: ATATÜRK Atatürk'ü Anlatıyor "Benim Tutkularım Var..." CÜNEYT ŞAŞMAZ (Yayına Hazırlayanlar: İbrahim Karakaş, Gülnur Aksop 384 sayfa Hürriyet (Promosyon)

ATATÜRK "ATATÜRK'Ü" ANLATIYOR
"Benim Tutkularım Var..." 
CÜNEYT ŞAŞMAZ & KİTAP ÖZETİ
Kitabın adı: ATATÜRK Atatürk'ü Anlatıyor
"Benim Tutkularım Var..."
Cüneyt Şaşmaz

***
1881 - 1919
http://www.nadirkitap.com/ataturk-ataturk-u-anlatiyor-benim-tutkularim-var-1881-1919-ibrahim-karakas-gulnur-aksop-kitap4351078.html
Yayına Hazırlayanlar: İbrahim Karakaş, Gülnur Aksop
384 sayfa
Hürriyet (Promosyon)
http://www.promosyongazetesi.com/hurriyet-ataturk-ataturku-anlatiyor-kitabi/
https://galeri.acunn.com/haber/ataturk-kendi-agzindan-cumhuriyetin-oykusu-642931-galeri/7
(...)
Arka kapak:
Benim planlarımı, düşüncelerimi samimi olarak aktaran bu yazılar okunduktan sonra kuşku duymam ki, ulusum kendi kendine durumu düşünmek ve yargılamak için gerekli belgelere sahip bulunacaktır.
Eğer sizlere anlattığım düşüncede olanların dünyadan ne kadar anlamadıklarını olaylar kanıtlamamış olsaydı, sözlerimin gerçekliği zor anlaşılabilir diye bir süre daha beklemeye gerek görürdüm.
Fakat sanıyorum ki, bu gibi beklemelere ne benim, ne de Türk ulusunun artık hiç ihtiyacı kalmamıştır.
(...)
Sayfa 11:
Sunuş
Benim planlarımı, düşüncelerimi samimi olarak aktaran bu yazılar okunduktan sonra kuşku duymam ki, ulusum kendi kendine durumu düşünmek ve yargılamak için gerekli belgelere sahip olacaktır.
Eğer sizler anlattığım düşüncede olanların dünyadan ne kadar anlamadıklarını olaylar kanıtlamış olsaydı, sözlerimin gerçekliği zor anlaşılabilir diye bir süre daha beklemeye gerek görürdüm.
Fakat sanıyorum ki, bu gibi beklemelere ne benim ne de Türk ulusunun artık hiç ihtiyacı kalmamıştır.
Ben Dünya Savaşı'nın müttefiklerimiz için iyi sonuç vereceğine güvenmiyordum.
Fakat bu oldu bittiden sonra bulunduğum cephelerde savaşı başarıya ulaştırmaya çalıştım.
Diğer cephelerde ise sanki tersine bir yarış vardı.
Başkumandan Vekili (Enver Paşa) her hareketinde bir ordu mahvederdi: Sarıkamış'ta olduğu gibi.
O ve arkadaşları zaten daha önce Türk ulusunu ve ordusunu doğal olmayan bir duruma sokmuşlardı.
Bu doğal olmayan durum nedeniyle ordunun yabancı bir askeri heyetini eleştirmek istemem.
Asıl eleştiriye layık olanlar gerçekte bizim devlet başkanımız ve özellikle devlet adamlarımızdır.
Türk ordusunun güçsüz ve yeteneksiz olduğu görüşü ile o heyeti, ayaklarına kadar giderek ve rica ederek ülkemize davet edenler onlardı.
Bu heyete Türk ulusunun yeteneksizliğinden ve beceriksizliğinden açıkça söz edilmiş, kendilerine adeta gelip bizi adam etmeleri teklif edilmişti.
Böyle bir başvuru üzerine gelen bu heyetin, girdiği çevreyi ve o çevreye egemen olanları güçsüz ve hatta onursuz olarak değerlendirmeleri hoş görülebilir.
İmza: Gazi M. Kemal
(...)
Sayfa 16:
1866 yılında Girit adasındaki Rumlar, Osmanlılara karşı isyan başlattılar.
Bu isyan zor ve çetin bir savaşa neden oldu.
Dönemin Sadrazamı Ali Paşa, adaya gidip Rumlara ayrıcalıklı bir statü tanıdı. Ancak bu durum Girit'in Müslüman ve Hristiyan halkı arasında daha çok kavga ve nefrete yol açtı.
Karışıklıklar sürmeye devam etti.
1897'de Yunanistan'dan gelen askeri kuvvetler Girit'in Yunanistan'a bağlandığını ilan ettiler.
Bunun üzerine 18 Nisan 1897'de Osmanlılar Yunanlılara savaş ilan etti.
Bu savaş sonunda Osmanlılar Yunanlıları Dömeke' de yenip Atina'ya ilerlemeye başlayınca Avrupalılar müdahale etti.
Yunanistan'dan 4 milyon lira savaş tazminatı alındı, ancak Yunan kral soyundan bir vali yönetiminde Girit özerkliğini kazandı.
İşte Mustafa Kemal'in okuldan kaçarak katılmak istediği savaş, bu Dömeke Savaşı'ydı.
(...)
Sayfa 25:
"Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın doğum tarihi hiçbir zaman tam olarak aydınlatılamamıştır.
Yaşamının son yıllarında Zübeyde Hanım'la konuşan Enver Behnan Şapolyo'ya göre Mustafa 'erbain soğuklar' sırasında dünyaya gelmiştir.
Mustafa Kemal'in nüfus kağıdındaki doğum yılı da 1298 (1880)'dir.
Yazar bu bilgileri işleyerek ve tam dayanaklarını da açıklamadan, Mustafa Kemal'in doğumunu 23 Aralık 1296 (yeni tarihe göre 4 Ocak 1881) olarak verir."
Ş. S. Aydemir
(...)
Sayfa 28
"Şam'da otuzuncu süvari alayına verilen Mustafa Kemal görevinde ve hizmetlerinde rahattı.
Daima güzel giyindiği üniforması içinde gururlu ve şerefli idi.
Askerlerine örnek bir eğitim veriyordu.
Ancak Şam, taassubun hükmü altındaki bütün şark şehirleri gibi, bir hayat zindanıdır.
İnsan işinden çıkınca, birkaç kişi ile buluşup içmekten başka bir şey yapamaz."
Falih Rıfkı Atay
(...)
Sayfa 29:
20. yy'ın başında Rusya mutlak monarşiyle yönetiliyordu.
Halkın yüzde 90'ının köylerde yaşadığı geri bir tarım toplumuydu.
Çarlık, kendine bağlı bir hizmet sınıfı yaratmış, askeri ve sivil bürokrasiyle egemenliğini sürdürüyordu.
Ayrıca çok büyük, ancak sadece insan gücüne dayalı bir ordusu vardı.
Çar II. Nikola döneminde modernleşme ve ülkeye hızla yabancı sermaye akmaya başladı.
Önce demiryolu ve bankacılık gibi alanlara akan yabancı sermaye, çok geçmeden madencilik ve imalat gibi çeşitli alanlara el atarak pek çok fabrika kurdu.
Kısa bir süre içinde Rusya'da bir işçi sınıfı ortaya çıktı.
Çok düşük ücretlerle çok uzun saatler çalışan işçiler arasında da huzursuzluklar başladı.
22 Ocak 1905 Pazar günü yaklaşık 200 bin işçi Kışlık Saray'ın önünde toplandı.
Sorunların kaynağını bürokraside görüyor, dertlerini doğrudan çara iletirlerse çözüm bulacaklarını sanıyorlardı.
İstekleri 8 saatlik işgünü ve 1 ruble gündelikti.
Silahsızdılar.
Ellerinde ikonalar ve çarın resimleri vardı.
İşçileri ağır silahlı polis birlikleri karşıladı.
Çok kısa süre içinde 100 kadar işçi öldürüldü.
Tarihe "Kanlı Pazar" olarak geçen bu olay, aynı zamanda Rus halkının çardan tüm umutlarını kestiği an ve 1917 Ekim Devrimi'ne uzanan yolun başıydı.
(...)
Sayfa 31:
"Şam'da kalmakla hata ettin.
Orda boşuna vakit kaybediyorsun.
İhtilalin beşiği olsa olsa Balkanlardır.
Kendini Selanik'e naklettirmeye çalış.
Suriye hiçbir ciddi hareketin kendini gösteremeyeceği bir bölge.
İmparatorluğa mülhak bir yerdir.
Asıl iş hükümetin bulunduğu yerde, yani İstanbul'da kopabilir."
Ali Fethi Okyar'ın mektubu
(...)
Sayfa 33:
Amerikan girişimiyle Ürdün nehrinin suları, New York'lu çocukların vaftizinde kullanılmak üzere fıçılanarak gönderiliyor.
(...)
Sayfa 34
Kılık değiştirerek Selanik'e girdim.
Bir gece Şükrü Paşa'yı gördüm.
Benimle görüşmekten ürküyordu.
Ben ciddi bir dayanak bulmaksızın dört ay kadar Selanik'te kaldım.
Bu sırada okul müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara amaçlarımı anlattım.
Vatan Derneği'nin bir şubesini oluşturdum.
(...)
Sayfa 37:
Jön Türkler;
Dr. Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti
Albay Selim Sırrı ve Dr. Rıza Tevfik
Jön Türk hareketinin yayın organı "Meşveret"in editörü Ahmet Rıza.
Jön Türk adı 19. yy ortalarından itibaren Batı etkisinde kalarak, Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetim düzenine bir itiraz olarak yola çıkanlar için kullanılan genel bir kavramdı.
1890'lardan sonra Abdülhamit karşıtlarını simgeler oldu.
Aralarında ciddi görüş farklılıkları vardı.
Devletin teokratik yapısı İslamcılığı, Batıda gelişen milliyetçilik akımları Türkçülüğü, siyasal birliğin korunması için Osmanlıcılığı savunanlar vardı. Batıda milliyetçilik akımlarının gelişmesi, İngilizlerin Arap, Rusların Slav milliyetçiliğini desteklemesi de Jöntürk'lerde Türkçülük fikrine değer kazandırdı.
Bu arada Almanlar da kendi çıkarları için Türkçülük ve İslamcılığı destekliyorlardı.
(...)
Sayfa 37:
Abdullah Cevdet
Doğum: 9 Eylül 1869 Arapkir
Ölüm: 28 Kasım 1932 İstanbul
İttihat ve Terakki Derneği'nin kurucularından.
Mütareke döneminde Kurtuluş Savaşı karşıtı İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve Kürt Teali Cemiyeti üyeleri arasında yer aldı.
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra yeni dönemi öven yazılar yazdı.
(...)
Sayfa 37:
Mustafa Kemal diyordu ki:
"Fuat bir gün gelecek, biz de paşa olacağız.
Fakat mesleğimizde şerefle hizmet ederek belki yavaş belki de süratle yükseleceğiz.
Rütbelerimizi muharebe meydanlarında kazanacağız; yoksa Fehim gibi, müstebit bir padişaha kul köle olarak değil."
Ali Fuat Cebesoy
(...)
Sayfa 103:
Balkan harbinin kaybının asıl sebeplerinin başında, hiç şüphe yok ki kumandanlar gelir.
Ordunun siyasi çekişmelerin içinde bulunuşu yüzünden yenildiğimiz söylentileri, kanaatimce abartılı bir iddiadır.
Orduya politikanın bulaşmasının elbette zararı olmuştur.
Ama daha çok kumandanlar arasında 'İttihatçı' ve 'Hürriyet ve İtilafçı' olarak birbirini itip yerine geçmek için cereyan eden çekişmeler, söylenenleri haklı çıkaracak mahiyettedir.
Fakat Yemen isyanının ve oraya büyük bir kuvvet gönderilmesinin, Balkan yenilgisinde tesiri büyük olmuştur.
Her gün bir Balkan harbi çıkacak diye ateş üzerinde durduğumuz bir zamanda, Yemen'e 35-36 taburdan oluşmuş bir ordu gönderildi.
Hastalıktan, iklimden ve çarpışmalardan dolayı hemen hemen tamamı eriyen bu kuvvet, Balkan Harbi ordularından hangisine eklenmiş olsaydı, harbi kaybetmezdik ve ordu harpten galip çıkardı.
"Balkan Harbi başladığı zaman Yemen'e gönderdiğimiz kuvvetlerden Balkan cephesi için yararlanmak düşünülseydi bile, zaten buna imkan kalmamıştı.
Çünkü Yemen abluka içindeydi, yol kapanmıştı."
İsmet İnönü
(...)
Sayfa 112-113:
"Belki böyle bir tümen Liman Von Sanders'in ordusunda vardır.
Bir defa onu görseniz..."
Von Sanders'in Kurmay Başkanı Kazım Bey'in bürosuna giderek durumu anlattım.
Kazım Bey:
"Bizim dislokasyonumuzda böyle bir tümen yok.
Fakat belki Gelibolu'da bulunan üçüncü kolordu, yapmakta olduğunu bildiğimiz bazı yeni düzenlemeler arasında yeni bir tümen kurmayı tasarlamıştır.
Bir de oraya kadar gitseniz."
Kazım Bey:
"Bununla beraber hareketinizden önce sizi kumandan paşaya tanıtayım", dedi.
Sofya askeri ataşeliğinden geldiğimi de öğrenen Liman Von Sanders Paşa beni büyük nezaketle kabul etti.
Kibar bir tavırla; "Bulgarlar hala savaşa girmeyecekler midir?" diye sordu,
"Benim gördüğüme göre henüz girmeyecekler."
"Niçin?"
"Benim anladığıma göre Bulgarlar iki olasılıktan biri anlaşılmadan önce savaşa girmezler.
Biri Almanya'nın başarı kazanabileceğine inandırıcı kanıtlar görmedikçe, ikincisi savaş kendi topraklarına ulaşmadıkça."
Cevabım Generali birden bire öfkelendirdi.
Sağ yumruğunu sıkarak ve yukarı kaldırarak, önce güldü, sonra; "Bulgarların Alman başarısına güvenleri yok mu?" diye sordu.
Soğukkanlı cevap verdim: "Hayır ekselans", dedim.
Biraz daha öfkelenen Liman Von Sanders Paşa, yüzü kıpkırmızı olarak; "Niçin?" dedi.
Bu soru ile ne demek istediğini anlayamamıştım.
Yüzüne baktım.
Açıkladı:
"Nasıl olur, Alman başarısına karşı güvensizlik?
Nasıl olur bu?"
"ÖyIe efendim", dedim.
Yüzüme dikkate baktı: "Sizin görüşünüz nedir?"
Cevap vermek mi, vermemek mi gerektiğine bir an karar veremedim.
Fakat havada bir kumandan durumunda olan ben, ne duyguda olabilirdim.
Bu işlerde kendi görüşümü gerekenlere yazmıştım.
Tersine bir söyleyemezdim.
Sofya'dan ayrılırken Harbiye Nazırı General Liyapçef'in de görüşünü öğrenmiştim.
Türk vatanının boğazlarını savunma görevi almış bulunan Liman Von Sanders'e ne diyebilirdim?
Bir anlık yoklamasından sonra cevap verdim; "Bulgar'ı düşündüklerinde haklı görüyorum."
Hemen ayağa kalktı ve bana izin verdi.
Bu arada Enver Paşa, bana Hindistan'a doğru sefer yapmak isteyip istemediğimi sordu.
Emrine üç alay vereceklerdi.
İran'dan halkı ayaklandıra ayaklandıra Hindistan'a kadar gidecektim.
"Ben o kadar kahraman değilim", dedim.
Talat Paşa niçin bu görevi kabul etmediğimi sorduğu zaman da, "Bize bir harita getirsinler", dedim.
Durumu gösterdikten sonra da, "hem niçin üç alay? Tek bir adam gönderin yeter. Nasıl olsa kendi kuvvetini kendi yaratmaya mahkum değil mi?"
"Bu fedailiği üstüne almalıydın."
"Eğer böyle bir şeye olanak olsaydı, sizin emrinizi beklemezdim.
Kendim gider, kuvvetler bulur, Hindistan'ı fetheder ve imparator olurdum, cevabını verdim."
(...)
Sayfa 117:
Cevat (Çobanlı) Paşa:
Çanakkale Deniz Savaşı'nda en önemli rolü oynayan subaylardan.
18 Mart Kahramanı olarak anılıyor.
1. Dünya Savaşı'nda Çanakkale'den sonra Galiçya ve Filistin cephelerinde görev aldı.
Harbiye Nazırlığı ve Genel Kurmay Başkanlığı yaptı.
İstanbul'un işgalinden sonra İngilizler tarafından Malta'ya sürüldü.
Serbest bırakıldıktan sonra Ankara'ya geldi.
Kurtuluş'tan sonra Elazığ milletvekilliği yaptı.
Milletler Cemiyeti'ne önce Musul sorunu için askeri müşavir olarak, sonra silahların sınırlandırılması kongresine ise temsilci olarak gönderildi.
(...)
Sayfa 134:
Beş Günden Beri Albayım
O gün "Albay ve Bölge Komutanı M. Kemal" imzasıyla Madam Hilda'ya yazdığım mektupta şunları söylüyordum;
"... siz bana sormuştunuz. 'Ne zaman albaylığa yükseleceksiniz?' diye.
Benim yanıtım şu olmuştu: 'Bu, bir savaş alanında kazanılır...'
Siz bana karşılık verdiniz: 'Bunu kanıtlayın.'
Sizin isteğinize uyarak, beş günden beri albayım.
...
Düşmanı yere serdikten ve sevgili yurdumuzu huzura kavuşturduktan sonra, hemen sizi ziyarete koşacağım."
(...)
Sayfa 138:
Galatasaray öğrencisiyken gönüllü olarak orduya yazılan Mehmet Muzaffer, Çanakkale'ye gönderildi.
Savaşın son günleriydi, artık ordu doğuya gitme hazırlıkları yapıyordu.
Almanların verdiği iki kamyon ve iki otomobil için lastik gerekiyordu.
O sırada lastik çok az ve karaborsadaydı.
Diğer eksik malzemelerle birlikte lastik alması için Muzaffer'i İstanbul'a gönderdiler.
Ancak Harbiye Nezareti'nde "para yok" dendi.
O dönemde altın karşılığı kağıt para kullanılıyordu.
Paraların üzerinde "Bedeli Dersaadet'te altın olarak tesviye edilecektir" yazıyordu.
Muzaffer tek çareyi sahte para hazırlamakta buldu.
Üzerine, "Bedeli Çanakkale'de altın olarak tesviye olunacaktır" yazdı.
Sahte parayla Yahudi bir tüccardan lastikleri alıp geri döndü.
Üç gün sonra tüccar Osmanlı Bankası'na altın almak için gittiğinde paranın sahte olduğunu öğrendi.
Tüccar bu olayı hiç sorun yapmadı.
Ancak bu olay duyulunca Şehzade Abdülhalim, altını ödeyip sahte parayı aldırdı.
Çok zarif, sedef kakmalı bir mücevher kutusu içinde İstanbul Polis Okulu'ndaki Emniyet Müzesi'ne gönderdi.
(...)
Sayfa 159
2 Eylül 1915 günü Çanakkale Savaşlarında yaralanan ve sakat kalan erler için para toplayarak gönderen, Almanya'nın İstanbul Elçiliği'nde görevli Dr. Ernest Jach'a bir mektupla teşekkür ettim; "Gelibolu yarımadasında yaralanan ve sakatlanan Osmanlı erleri için topladığınız yardıma benim ve Mareşal Liman Von Sanders'in teşekkürlerini sunarım. Yolladığınız bir milyon marka 'Jach Vakfı' adını verdik."
(...)
Sayfa 179:
Yakup Cemil Olayı
Diyarbakır'dayken İstanbul'da bir Yakup Cemil olayı çıkmıştı.
Yakup Cemil ittihatçı fedailerdendir.
Onun da inancına göre savaş kaybedilmiştir.
Tek kurtuluş yolu, hükümeti devirmek ve özellikle başkomutan vekilini ve Harbiye nazırını yerinden atmak.
Yakup Cemil'in kişiliğinden söz etmek istemem.
Onda bana karşı heyecanlı bir eğilim uyanmıştı.
Benim iş başına geçmemi istemişti.
Bir gün Bursa'da devrimci arkadaşlarına; "Büyük sandıklarımız ne kadar küçükmüş. Hepsini öldürmek lazım. Bunu ben yapacağım."
Daha yumuşakları kendisine sorarlar:
"Öldürmek kolay, fakat vaziyeti düzeltecek kim?"
"Mustafa Kemal!" diyor.
Bu zavallı, kendisini öldürme sanatına alıştıranlara karşı da bu sanatı kullanmakta bir sakınca görmeyerek eksik önlemlerle harekete geçmiş.
Yakın sandığı arkadaşları kendisini ele vermişler.
Yakup Cemil tutulmuş ve asılmış.
O zaman tümenlerimden birine komuta eden Ali Fuad (Cebesoy)'a; "Yakup Cemil asılmış. Nedeni ise Mustafa Kemal, Başkomutan vekili ve Harbiye nazırı olmadıkça kurtuluş yoktur" demiş.
"Dediğini yapmış bile olsaydı ben İstanbul'a gittiğimde ilk iş olarak Yakup Cemil'i cezalandırırdım. Eğer ben, o ve onun gibiler tarafından iktidara getirilecek bir adamsam, adam değilim!" demiştim.
(...)
Sayfa 183:
Talat Paşa Berlin'de.
"Türk subayların Ermeniler sayesinde zenginleştikleri, onları taciz ettikleri, ancak bu tür hareketlerin üstleri tarafından duyulduğu an onlara derhal sert bir şekilde müdahale edildiği de inkar edilemez.
Türk Doğu Ordusu Komutanı Vehib Paşa, bu nedenle iki subayı savaş mahkemesinde yargılatıp kurşuna dizdirdi.
Enver Paşa, Ermeniler üzerinden zenginleşen Halep Valisi Türk generali derhal görevden aldırdı ve uzun süreli hapis cezasına çarptırdı.
Sanırım verdiğim bu örnekler, Ermenilere zulüm yapılmak istenmediğini kanıtlamak için yeterlidir.
Ancak savaş vardı ve bütün töreler yozlaşmıştı.
(...)
Duyduğum kadarıyla, mahkemede, öldürülen başvezir haricinde Enver Paşa'ya da saldırılmış.
Enver ateşli bir vatanseverdir.
Büyük yetenek ve emsalsiz cesarete sahip şerefli bir asker olduğuna defalarca şahit oldum.
Yıllarca üstün bir güce karşı savaşan ve hala vatan için savaşmakta olan Türk Kara Kuvvetleri onun azmi ve enerjisi sayesinde kurulmuştur.
1914-1917 yılları arasında Türk Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı olarak görev yaptığım sırada Enver Paşa ve onun yakın arkadaşı Talat'la çok yakın ilişkilerim oldu.
Bu nedenle bu iki kişiyi benden daha iyi değerlendirecek başka bir Alman subayı yoktur."
Bronsart von Schellondorf
24 Temmuz 1921
(...)
Sayfa 189:
Başkumandanlık Vekâletine ve genel kurmay'a başvurup, rahatsızlıklarımı gidermek!
Beyefendi farkında değil misiniz ki, artık bu ülkede ulusal bir genel kurmay heyeti yoktur; bir Alman genel kurmayı vardır.
O Alman genel kurmayı ki, Türk ordusunda ilk iş olarak benim gibi asi bir askeri koymak kararına vardı, beni o heyete mi gönderiyorsunuz?
(...)
Sayfa 194:
Şubat Devrimi
Çarlık Rusyası çok kötü günler yaşıyordu.
Büyük kentlerdeki işçiler ile zor durumdaki köylüler arasında Çar'a karşı büyük bir hoşnutsuzluğu da büyütüyordu.
1916 yılında 1542 grev yapılmış, bu grevlere bir milyondan fazla insan katılmış, bu hareket geniş bir halk desteğini kazanırken aynı zamanda savaşa ve çarlık düzenine karşı siyasi bir harekete dönüşmüştü.
Köylü ayaklanmaları, toprak işgalleri yaşanıyordu.
Buna karşı askeri garnizon güçlendirildi.
Sansür sıkılaştırıldı, pek çok insan tutuklandı.
Çar Petrograd'dan ayrılarak Mogilev'deki Ordu Genel Karargahına gitti.
Ertesi gün başlayan ayaklanma bütün ülkeye yayılırken askerler de halkın tarafına geçiyordu.
Duma'nın "ilerici blok" temsilcileri geçici bir komite kurdular.
Aynı gün 'Petrograd işçiler ve Askerler Sovyeti' de kuruluyordu.
Başkentte iktidar fiili olarak bu iki kurulun eline geçmişti.
13 Mart 1917'de Mogilev'den ayrılan Çar'ı, devrimciler Petrograd yerine Psakov'a gitmeye zorladılar.
Aynı gün Kadet Partisi üyesi Prens Lvov başkanlığında geçici bir hükümet kuruldu.
Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler de desteklediler.
Çarlık yıkılırken sosyalist liderler de ya hapisten çıkıyor, ya da ülkeye dönüyordu.
Böylece büyük Rus Devriminin ilk halkası tamamlanmış oldu.
(...)
Sayfa 198:
"Irak Ordusu Komutanı oldum.
Stratejik durumu hatalı bulduğumdan, ilk iş olarak orduyu Fırat Nehri ile İran hududundaki Şuveybe'den geri çektim."
(...)
Fakat bu harekatı telgrafla Başkomutanlığa arz ettiğimde, tenkide uğramıştım.
Enver Paşa: "Loristan dahiline bir fırka sokup, hudut boyunca Şeddülarab'a kadar gidecektin", diyordu.
"Yapamam", dedim.
"Burada Marmara Denizi büyüklüğünde Havur bataklıkları vardır ki, haritada bile yerleri gösterilmemiştir.
Geçilmesi imkansızdır!"
Bu itirazım Enver Paşa'yı sinirlendirmişti: "Harpte başkomutanın emrine itaat etmemenin cezası nedir?"
"İdamdır"!...
"Göze alıyor musun?"
"Evet alıyorum!.."
"O halde seni azlettim."
Yerime Nureddin Paşa'yı gönderdiler.
Beni de İstanbul'a celp edip, Bekirağa bölüğüne hapsettiler.
Divanıharp reisi Remzi Paşa'nın idaresindeki duruşmalarda, idamım talep ediliyordu.
Günlerim sayılı idi.
Tam o sırada Enver Paşa'ya Almanya'dan Hindenburg imzası ile bir mesaj gelmişti:
"İngilizler nehre harp gambotları soktular.
Ordunuzu geri çekmiş olduğunuzu haber aldım.
Aksi halde kuşatılacaktınız.
Yerinde karar veren kumandanınızı taltif ediniz!..."
Enver Paşa'nın emriyle serbest bırakıldım.
Ahmet Emer Bağdat Jandarma Alay Komutanı
(...)
Sayfa 201:
Almanların Sömürgesi Olacağız!
7. Ordu Kumandanlığı'nda kaldığıma göre, benim, bağımsız ve kanunen bütün arkadaşlarıma eşit bir ordu kumandanı iken bu şekilde ikinci ve üçüncü derecede bir kumandan vaziyetine düşmem üzüntü verici olsa da, bu yönü vatani çıkarlar karşısında söylenmemiş olabilir.
Ancak, bu durumda dikkatten uzak tutulmaması gereken nazik bir nokta vardır. 7. Ordu birlikleri tümüyle gidip, Kress'in birlikleri ile benim birliklerimin ayrılabilir bir hale gelmesine savaş durumu engel olabilir; yani daha biz nakliyata başladığımız andan itibaren düşman Sina cephesine saldırıya başlar, bu koşulda, gönderilen kuvvetlerin arzu edildiği gibi bir kumandaya bağlanmasına durum elverişli olamayıp her gelen birliğin parça parça savaşa ve birbiri ardından Kress'in kumandası altına girmesi gerekebilir.
Buna göre, sonunda ordu karargahı yalnız başına fazla ve işsiz bir hale gelip, bütün birlikler parça parça Kress'e ait kalmış bulunur.
Eğer savaş durumu bu hareket şeklini zorunlu kılarsa, vatanın kaderi söz konusu olurken, ister istemez seyirci kalmaya boyun eğip katlanamam.
Bu durumda yapacağım iş, en ufak bir birliğimin karıştığı cepheyi ve savaş hatlarını hiç koşulsuz kendi emrim altına almaktır; yani kuvvetlerim savaş nedeniyle Sina cephesinde bir kumanda altında erimeye zorunlu olursa, bu kumandan ancak ben olabilirim.
Daha başlangıçtan itibaren bu noktayı görmüş ve bu kararı vermiş olmak gerekir.
Suriye'nin tamamının Falkenhayn'a verilemeyeceği konusunda Almanlar'ı kırmak ve onların kuvvet ve gerekliliklerini göz ardı etmek gibi bir görüşe bağlı olmadığıma güven duymalısınız.
İçinde bulunduğumuz bataklıktan Almanlarla beraber kurtulmak zorunluysa da, Almanların bu zorunluluktan ve savaşın uzamasından yararlanarak bizi sömürge haline sokmak ve ülkemizin bütün kaynaklarını kendi ellerine almak siyasetinin karşısındayım.
Ve devlet yönetiminin bu konuda hiç olmazsa Bulgarlar kadar bağımsız ve kıskanç olmalarını gerekli görürüm.
Ayrı ve bağımsız olma sebeplerinde kıskanç olduğumuz Almanlarca gereği gibi anlaşıldığı gün, onların bizi Bulgarlardan daha saygın göreceklerine güvence veririm.
İyi idare edeceğim diye durmadan fedakarlıkta bulunmak, herhangi bir müttefike ve özellikle Almanlara acıma ve iyilik sağlamayıp, belki verdiklerimizden yüz kat fazlasına onları hırslandırır ve özendirir.
Bugün Falkenhayn her bahanede herkese karşı Alman olduğunu ve elbette Alman çıkarın en fazla düşüneceğini söyleyecek kadar cesaretlidir.
Halep'te, Fırat'ta ve Suriye'de Alman siyaseti ve Alman çıkarım ne demek olduğunu ve özellikle bu sözü kullanan bir Alman konsolosu olmayıp yüz binlerce Türk kanı için karar vermek yetkisinde bulunan bir kumandan olursa, işin tamamen vatani çıkarlarımıza karşı oluşacağını anlamamak olanaksız değildir.
Falkenhayn, geldiği günden beri aşiretlerin reislerine Alman teğmenleri göndererek doğrudan doğruya ilişki kurmaktadır ve "Araplar, Türklere düşmandır, biz Almanlar tarafsız olduğumuzdan onları kazanabiliriz" sözünü bizzat bana, bir Ordu Kumandanı’na kullanmıştır.
Irak harekatının uygulanamaz olduğunu kendisi daha ilk günden beri anlamıştır.
Irak hareketini, ülkeye yerleşmesi için bahane olarak gördü.
Gerçekte ideali, bütün Arabistan'ı Alman yönetimine almaktı.
Nitekim planın ikinci aşamasına başlamıştır.
Irak hedefi doğal olarak değişince Sina cephesinde bir saldırıyı söz konusu etti.
İki ay sonra saldırı veya savunma mı gerekeceğinin şimdiden kestirilemeyeceği, herkes gibi, onun gözünde de açıktır.
(...)
Sayfa 202:
General Falkenhayn'un dünyaya ve memleketimize karşı en büyük başarıyı kazanmış şekilde ortaya çıkacağına kuşku yoktur.
Fakat bu koşulda hükümet ve memleketin güçlendirilmesi şöyle dursun, memleket tümüyle, bizim elimizden çıkarak bir Alman sömürgesi haline girmiş olacaktır.
Ve General Falkenhayn, bu amaç için, bizim borcumuz olan altınları ve Anadolu'dan getirdiğimiz son Türk kanları kullanmış olacaktır.
(...)
Sayfa 202:
Falkenhayn'na Asla Güvenim Yoktur
(...)
Sayfa 203:
Enver Paşa Bana Değil, Almanlara Güveniyordu
Başkumandan vekili ve Savunma Bakanı Enver Paşa'nın bana 29 Eylül 1917'de gönderdiği yazı şöyleydi:
"Şimdi aldığım yazınızdaki görüşleri biraz önce Cemal Paşa ile olan yazışmanızdan okumuştum.
Gerek memleketin ve gerek ordunun bugünkü durumunu ben de aynı şekilde görüyor ve biliyorum.
Fakat düşmanlarımızın da üç senelik savaş sonunda bulundukları durum, bizimkinden iyi değildir.
Rusya'nın girdiği ve daha sonra İtalya'nın gireceği durumlar, koşulları bizim lehimize çok değiştirmiştir.
Sina Cephesi hakkında verdiğim talimat, daha önce 4. Ordu ile görüşülüp açıklanan maddelerin büyük bir kısmını halletmiş olduğu için, bunlar hakkında ayrıca bir şey söylemeyeceğim.
Sizi eskiden beri tanıdığım ve takdir ettiğim için, en zor zamanda ve en önemli görevde bulunmanın yurt yararlarına uygun bulmuş ve böylece padişahın iznini almıştım.
7. Ordu, büyük kısımlarıyla Sina Cephesi'ndeki Kress Paşa'nın 8. Ordusu yanında, 7. Ordu Komutanı sıfatıyla tam bir başarıyla hizmet vereceğinize eminim.
Tanrının şimdiye kadar her yerde üzerimizden eksik etmediği iyiIiği, kendini tanrının hizmetine adamış ordumuza bundan böyle de bağışlamasını ve size de yardımcı olmasını dilerim.
Görüşümün ayrıntılarını yakında orduya gelecek olan Cemal Paşa anlatacaktır, inşallah yakında görüşürüz."
(...)
Sayfa 204:
İtirazlarımı sürdürmem üzerine Enver Paşa'dan 2 Ekim 1917 tarihinde şöyle bir yazı geldi;
"100 kilometreden fazla uzunluğu bulunan Şina cephesinin iki bölgeye bölünmesini çok doğal bulurum.
Bu nedenle 7. Ordu karargahının bu cepheye sığamayacağı hakkındaki değerlendirmenize katılamam.
Bundan başka Sina cephesinde bulunacak birliklerin harekatını yönetmekle görevlendirilmiş olan Mareşal Falkenhayn Paşa'nın söz konusu harekatın başarıyla sonuçlanması için en doğru karar ve önlemleri alacağına eminim.
Bu konudaki güvenime sizin de katılmanızı özellikle rica ederim."
(...)
Sayfa 208:
I854'de borçlanma sürecine giren Osmanlı Devleti, 1875'e gelindiğinde çok büyük borçlar altına girmiş ve borçlarının taksitinin yarısını nakit, yarısını yüzde 5 faizli bonoyla ödeyeceğini açıklamıştı.
1877'de çıkan Osmanlı-Rus savaşı da yenilgiyle sonuçlanınca Ayastefanos ve Berlin antlaşmalarıyla da Ruslara büyük tazminat ödemek zorunda bırakıldı.
Hem borçlar, hem de savaş tazminatının ardından, alacaklı devletler alacaklarının yüzde 44'ünden vazgeçtiler.
Ancak toplanan vergilerin doğrudan Duyun-u Umumiye (Genel Borçlar İdaresi) uluslararası bir kuruluş tarafından alınmasına karar verildi.
Bu kurul alacaklı ülkelerin temsilcilerinden oluşuyordu.
Varlığını 1922'ye kadar sürdürdü.
1922'de Ankara hükümeti Duyun-u Umumiye'yi kaldırdı.
Lozan anlaşmasıyla alınan kararlara göre de Türkiye Osmanlı borçlarını 1954'e kadar ödeyerek bitirdi.
(...)
Sayfa 212:
Naci Paşa (Eldeniz), şimdi Kolordu Kumandanı, Harbiye Okulu'nda benim askeri eğitim hocamdı: o zaman sanırım Albay Naci Bey, onun da Vahdettin ile beraber bulunması uygun bulunmuştu.
(...)
Sayfa 229:
Albay Emin Bey geldi.
Onunla Restaurant Pupp'a kadar yürüdük.
Emin Bey hamama gitti.
Ben de öğle yemeği için lokantaya girdim.
Eve dönerken çiçekçi bir kadınla karşılaştım.
Birkaç buket beyaz ve kırmızı karanfil ile adını bilmediğim başka bir çiçek aldım.
Bunlar için vazo gerektiğini düşünüp hemen yanındaki mağazadan büyüklü, küçüklü 4 vazo aldım.
Eve geldim.
Şevki’yle çiçekleri vazoya koyduk, salona, büroya yerleştirdik.
Sonra 3'e kadar yattım ama uyuyamadım.
...
Daha giyinmeden otel direktörü daha önce istediğim Almanca öğretmeninin geldiğini haber verdi.
Öğretmeni salonda bekletip giyindim.
Öğretmen Paula Klem, Fransızca olarak; "Efendim, bir öğretmen istemişsiniz, konuşmak için mi, yoksa gramer mi istiyorsunuz?"
"Evet istedim, dedim.
Fakat ne okuyacağımı bilmem."
"Benim kitaplarım var.
Size gramer kitabı getirdim, oradan okuruz."
"Matmazel, dedim, ben senelerce okulda gramer okudum, ama Almanca'yı öğrenemedim."
"Öyleyse, efendim belki, biraz konuşma ve dikte..."
"Gayet güzel Almanca yazarım, dikteye ihtiyacım yok.
Konuşmaya gelince, onu da her gün her yerde zorunlu olarak yapıyorum.
Ancak bildiğim kelimeleri tekrarlamaktan öte değil.
Ben amacımı söyledim.
Almanca öğrenmek.
Bunun için ne yapmak gerektiğine siz karar vereceksiniz.
Bana kalırsa siz önce bana bir sınav yapın.
Ondan sonra kararınızı verirsiniz..."
Büroya geçtik.
"...Görülüyor ki kadıncağıza karşı çok titiz davrandım.
Kendisine haber göndereceğini söyleyerek görüşmeyi bitirdim..."
Akşam 6'da Mühlbrün'de bir kadeh içtim.
Yavaş yavaş İmperial Baum'a geldim.
Imperial'e çıktım.
Saat 7.30'a kadar yalnız oturdum.
Emin Bey iki kez bana gelmişti.
Ben de Emin Bey'i davet ettim.
Biraz sonra Emin Bey geldi.
Ardından eşi de geldi.
Emin Bey, Malinoff hakkında bilgimi ve görüşümü sordu.
(...)
Sayfa 230:
5 Temmuz 1918
Bugün sabahleyin her zamanki gibi rahatsız olmadım.
Şevki dün satın aldığımız termosları kaynaktan doldurup getirdi, ben de yatağımda içtim.
Saat 7.30'da dünkü anılarımı yazmak için masamın başına geçtim.
Cemal Bey ve arkadaşı geldi.
Bürodan çıktım.
Onların ısrarıyla pijamalı olarak salonda kabul ettim.
Cemal Bey; "Hepimize, yeni padişaha ömür versin", dedi.
Birdenbire şaşırdım.
"Ne var, ne oldu", dedim.
"Bilginiz yok mu?
Padişah vefat etti!"
"Üzüldüm ve içerledim", dedim.
Bu sözlerimin anlamını anlayamadılar.
Hakları vardı.
Çünkü ben, ne ölen padişaha acıdığımdan, ne de yeni padişahın ömrünün kısa ve uzun olmasından duygulanmıştım.
Üzüldüğüm yan İstanbul'dan uzak oluşumdu.
Fakat bunun için de neden üzüldüğümü kendim de anlayamıyordum.
Gerçekte Padişah'ın değişmesi bir ülke ve ulus için çok büyük bir olaydır.
Ben veliahtı Almanya seyahati sayesinde çok iyi tanımıştım.
Aramızda da bir dereceye kadar samimiyet oluşmuştu.
Gönlüm onun tahta çıkmasını bizzat kutlamak mı istiyordu?
Hayır sanırım bu da değil!
İlişkimizi ilerletmek fırsatı elimdeyken ben çekingen davranmıştım.
Bir kereden başka ziyaretine gitmedim.
Hatta bu kez İstanbul’dan ayrılırken veda bile etmedim.
İşte üzüntü bundan ileri geliyor.
(...)
Sayfa 236:
"Vahdettin 4 Temmuz 1918'de tahta çıktı.
Osmanlı İmparatorluğu en kötü dönemini yaşıyordu.
1. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmıştı.
Gelecek karanlıktı.
Yeni padişah bu sorunlara acaba çözüm bulabilecek miydi?
Bir takım tanıyanların 'zeki' olarak değerlendirmelerine karşın, genellikle mabeyin başkatibi Ali Fuat (Türkgeldi) Bey onu; 'kuşkulu', 'kurnaz', 'kararsız' ve 'tereddütlü' buluyordu.
İyi bir II. Abdülhamit taklitçisiydi.
Fransız temsilcisi Vahdettin padişah olurken onu Fransız yetkililerine 'çok zeki, etken, çok hırslı, soğuk yaradılışlı, içten pazarlıklı ve iradeli bir kişi' olarak tanıtıyor.
Onun hakkında Genç Türkler'in şu kanıda olduğunu belirtiyor:
"Vahdettin aynen Abdülhamit'in karakterlerini taşır.
Bizde hiç güven uyandırmamıştır; ama bir gün hükümdar olursa vay halimize."
Padişahın yakınlarından birinin değerlendirmesi de şu sözlerle bildirilir: "Vahdettin otoriter ve hilekar, doğası bakımından ikinci bir Abdülhamit olacaktır.
Belki biraz daha zeki... ve hilekar... daha inatçı... soğuk ve esnek."
Başa gelince oldukça başarısız kalmış, en büyük yanılgısı da mizaç olarak kendisine çok benzeyen ve birbirini tamamlayan Damat Ferit'i beş kez başbakanlığa getirmesi olmuştur.
Birbirlerine oldukça benziyor ve aynı yolu izliyorlardı."
Baki Öz
(...)
Sayfa 242:
Naci Paşa elinden geleni yaptı.
Ve hatta padişahın kulağına, "Generaller gittikten sonra kabul etmeniz uygundur" bile demiş.
O özellikle onlar oradayken gelmemi söyleyince, Naci Paşa bunun özel bir nedeni olacağını düşünerek gelişmeleri bana anlattı.
Vahdettin'in yanına girdim.
Ne nazik, ne takdirkar bir padişah; henüz ayakta iken, Alman generalleri karşısında kısa bir nutuk söyledi.
Bu sefer gözleri açıktı, dedi ki; "Çok takdir ettiğim ve güvendiğim bir kumandan!"
Bu sözleri ile beni onlara tanıtıyordu.
Oturduk.
"Sizi Suriye'ye kumandan tayin ettim.
Oradaki durumlar önem kazanmış; oraya gitmeniz çok gereklidir.
Sizden isteğim şudur: O tarafları düşman eline geçirmeyeceksiniz.
Verdiğim görevi başarıyla yapacağınızdan eminim.
Derhal o hatta hareket etmelisiniz!" dedikten sonra Alman generallerine baktı:
"Bu kumandan dediklerimi yapabilir", dedi.
Görünüşte çok büyük onurlandırılmıştım; benim yerimde bir ahmak olsaydı ne kadar sevinecekti.
Ben ise bir entrikacı karşısında bulunduğumdan ne kadar üzgündüm.
Düşündüm, diyeyim ki, padişah hazretleri, bana öyle bir görev veriyorsunuz ki, o görevi yerine getirebilecek birçok kumandan görevlerinin başındadır.
Beni onların üstünde, bir başkumandanlığa mı atıyorsunuz?
Eğer böyle ise gururla kabul edeceğim.
Fakat kuşkum yok ki, bunun farkında bile değilsiniz.
Geçmişte istifa ederek, haklı sebeplerle bıraktığım bir orduya -ki o ordu bugün yenik düşmüştür, orada bulunan bütün ordular gibi- beni onun başına gönderiyorsunuz.
O halde bütün bu görevleri nasıl başarabilirim?
Fakat muhatabımın bu zemin üzerinde konuşmaya değeri olmadığını artık kabul etmiştim.
Sadece izin alıp terk ettiğim salona döndüm.
Orada Enver Paşa çok memnun ve alaycı bir gülümsemeyle karşıma çıktı.
"Bravo", dedim, tebrik ederim, başardınız!
Ve ciddi bir tavırla ilave ettim:
"Azizim, hiç olmazsa biraz temel önlemler üzerinde konuşalım.
Benim bildiğime ve anladığıma göre artık Suriye'de ordu, kuvvet, durum hep isimden ibarettir.
Beni oraya göndermekle güzel bir intikam alıyorsunuz.
Görenek dışında bir şey yaptınız, bizzat padişaha bana emir verdirdiniz!"
Enver Paşa gülüyordu.
Vehip Paşa da öyle.
Fakat diğer kişiler anlamayan ve ilgilenmeyen durumlarını koruyorlardı.
O sırada salonun bir köşesinde demin söz ettiğim Balkan Savaşı kumandanları hararetli bir konuşma içindeydiler.
Bir büyük kumandan diyordu ki:
"Efendim, bu Türk erlerinden hayır yoktur, bunlar hayvan sürüsüdür: yalnız kaçmayı bilirler.
Allah korusun, böyle hissiz bir sürüye kimseyi kumandan etmesin."
Kendi durumumu unutarak onlarla ilgilendim.
Coşkun konuşmaları en çok söyleyen kumandana dedim ki:
"Paşam, biz de askeriz, biz de bu orduya kumanda etmiş adamız.
Türk eri kaçmaz: kaçmak nedir bilmez.
Eğer Türk erinin kaçtığını görmüşseniz, derhal kabul etmelidir ki, onun başında bulunan en büyük kumandan kaçmıştır.
Eğer siz kaçmanızın alçaklığını Türk erlerine yüklemek istiyorsanız insafsızlık ediyorsunuz."
Muhatabım olan general beni tanımıyordu veya tanımazlıktan geliyordu.
Bir an durdu, sağı ve solundaki arkadaşlarına sordu: "Bu kimdir?"
Fısıltılar bu kişiyi aydınlattı.
Ondan sonra sessizlik devam etti.
İstanbul'da iken Suriye'de bulunan 7. Ordu'ya 7 Ağustos 1917'de atandım ve Suriye'ye hareket ettim.
18 Eylül'de komutayı elime aldım.
Bu sırada 7. Ordu Nablus güneyi ile Şeria ırmağı arasında bulunuyordu.
Nablus karargahında, ikinci defa 7. Ordu Kumandanı'ydım.
İlk işim çok üzücü ve yorucu seyahatlerle cepheyi dolaşmak ve durumu incelemek oldu.
Bu denetim sonucundaki görüşüm şuydu ki, her şey bitmiştir.
Diğer taraftan Sina Cephesi'nde, benim zamanında raporlarda iyice açıkladığım dertler, sıkıntılar aynen gerçekleşmişti.
Bunun üzerine Falkenhayn Almanya'ya çağrıldı.
Yerine Liman Von Sanders görevlendirildi.
Birkaç gün sonra iki Alman generalin yanında huzura çağrıldım.
Çağrılma nedeninin beni tekrar 7. Ordu'ya göndermek olduğunu öğrendiğimden yalnız görüşmek arzusunu belirttim, ilk davet şeklinde ısrar edildi ve bana, 7. Ordu 'ya kumandan olarak atandığım belirtilerek sadece yapacağım hizmetler hakkında emir verildi.
Bu emir, bana verilen görev ve sorumlulukla yapılamazdı, ancak bunu anlatmaya da imkan yoktu.
Sonuçta vaktiyle istifa etmiş olduğun 7. Ordu Kumandanlığı'na tekrar başlamak üzere Nablus'a gittim.
(...)
Sayfa 261:
"Anne" dedim, "bu işler almış yürümüştür. Namuslu bir adam olan ben, bu işlerin içinde bulunmak zorundayım. Bana bunu yasaklar mısınız?"
"Hayır evladım, bir gün bu işler olduktan sonra, seni namus ve onur sahibi olanlarla beraber görmezsem, işte o zaman üzülürüm.
Ben senin kadar okumadım.
Senin kadar bilmem.
Sana, gördüğün, anladığın şeyleri yapmaktan engel olmaya kalkışmam.
Yalnız dikkat et; esas, başarılı olmaktır, başarılı olmaya çalışın!"
(...)
Sayfa 263:
"Türkiye'yle 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mütareke, meseleleri karıştırmaktan başka bir işe yaramamıştı.
Mütareke'de barış antlaşması görüşmeleriyle ilgili hiçbir koşul öne sürülmediğinden Türkiye bu anlamda kayıtsız şartsız teslim olmuş oluyordu.
Bu Mütareke'nin stratejik maddesi 7. maddedir: 'Müttefiklerin kendi güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durum ortaya çıkarsa herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkı bulunması.'
Antlaşma metninin incelenmesinden açıkça görülebileceği gibi, Mondros Mütarekesi çok ağır koşullar içermektedir.
Özellikle müttefiklerin kendi güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durum ortaya çıkarsa istedikleri yeri işgal haklarını kabul eden 7. madde, aslında imparatorluğun ortadan kaldırılması hükmünden başka bir şey değildi."
Erol Mütercimler
(...)
Sayfa 280:
"Her tarafta bir karamsarlık vardı.
İngiliz, Fransız ve İtalyan askerleri ve askeri polisleri sokaklarda dolaşıp duruyorlardı.
(...)
Bu sıralarda Hürriyet ve İtilaf Fırkası idareye ve hükümete hakim durumda.
Gerçi Tevfik Paşa gibi dürüst ve namuslu bir sadrazam vardı.
Meclis-i Mebusan duruyordu.
Fakat bu kargaşalı durumda onların da pek sesi çıkmıyordu.
Memleketi harbe sokan ve koca Osmanlı İmparatorluğu'na mezarcılık yapan bir partiye mensup olduklarından koltukları sallanıyordu.
Gerçi ittihadçıların kodamanları Almanlardan önce, bir Alman denizaltısı ile memleketten kaçmışlar, kalan İttihatçılar da Teceddat (Yenileşme) adı altında bir parti kurmuşlar ama ne de olsa şahıslar belli olduğundan, ittihatçılığı üzerlerinden söküp atamamışlardı..."
İ. Hakkı Sunata
(...)
Sayfa 294:
Beni İtalyanlar Kullanmak İstiyor
(...)
Sayfa 328:
Hasan Tahsin
(1888-1919)
Gerçek adı Osman Nevres olan Hasan Tahsin, Paris'te Sorbonne Üniversitesi'nde hukuk ve felsefe eğitimi gördü.
Dönüşünde İttihat Terakki'ye katıldı.
I. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Bükreş'te iki İngiliz diplomata suikast suçundan 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
2 yıl sonra Osmanlı birlikleri Bükreş'e girince serbest bırakıldı.
İzmir'de gazete çıkarmaya başladı.
Gazetesi kapatıldıkça, yeni isimle bir başkasını çıkarıyordu.
Yunanlıların İzmir'i işgal edeceği duyulunca "Reddi İlhak" bildirisini hazırladı.
15 Mayıs 1919 günü, İzmir'de karaya çıkan Yunan askerlerine ilk kurşunu sıkarak, bir bayraktarını öldürdü.
Yunan askerleri tarafından olay yerinde öldürüldü.
Ulusal kurtuluş mücadelesinin ilk kurşununu attığı için İzmir Konak Meydanı'na 1973'te "İlk Kurşun Anıtı" dikildi.
(...)
Sayfa 329:
Masa üstünde bir harita vardı.
Fevzi Paşa'nın gözlerinden, yüzünden ve tavrından çok dolu olduğunu anlıyordum.
Cevat Paşa'nın ne düşündüğünü de bir gece evvelki Sadaret Konağındaki buluşmamızdan biliyordum.
Fevzi Paşa'ya dedim ki:
"Paşam durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?"
Gök gürler gibi bağırarak:
"Anlamıyorum ki efendim" dedi (ve sağ elinin şahadet parmağı ile haritada İstanbul noktasını göstererek ) buradaki rahatımızı feda etmemek için koskoca ülkeyi veriyoruz, bu ne akıldır?"
(...)
Sayfa 332:
Vahdettin'le Son Görüşme Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda
Vahdettin'le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk.
Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var.
Salonun Boğaziçi'ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu:
Birbiriyle uyumla sıralanmış düşman zırhlıları!
Bordolarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş!
Manzarayı görmek için oturduğumuz yerden başımızı sağa sola çevirmek yeterli.
Vahdettin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:
"Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettik, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir", elini demin söz ettiğim kitabın üstüne bastı ve ekledi:
"Tarihe geçmiştir."
O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım.
Dikkatle ve sessizce dinliyordum:
"Bunları Unutun", dedi, "asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir. Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!"
Bu son sözlerden hayrete düştüm.
Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor?
O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mıydı?
Aldatıldığını mı anlamıştı?
Fakat böyle bir tahmin ile başka konulara girmeyi tehlikeli gördüm.
Kendisine basit cevaplar verdim:
"Hakkımdaki yakınlık ve güveninize teşekkür ederim.
Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime inanınız."
Söylerken, kafamdaki sırrı da çözmeye çalışıyordum.
Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında bütün duygu ve görüşlerini, eğilimlerini, sahtekarlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim?
Ülkeyi kurtarmak gerekiyormuş, istersem bunu yapabilirmişim.
Nasıl hemen karar veririm?!
"Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir gücümüz yoktur.
Tek dayanağımız İstanbul’a egemen olanların siyasetine uymaktır.
Benim görevim, onların şikayet ettikleri sorunları çözmektir.
Eğer onları memnun edebilirsem, ülkeyi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri yola getirirsem, Vahdettin'in arzularını yerine getirmiş olacaktım."
"Merak etmeyiniz efendimiz", dedim, "bakış açınızı anladım, onayınız olursa hemen hareket edeceğim ve bana verdiğiniz emirleri bir an unutmayacağım."
"Başarılı ol!" sözünden sonra, huzurundan çıktım.
Naci Paşa, padişahın yaveri, fakat benim hocam, derhal benimle buluştu.
Elinde ufak bir kutu içinde bir şey tutuyordu.
"Zat-ı şahanenin ufak bir anısı", dedi.
Kapağının üzerine Vahdettin'in inisiyalleri işlenmiş bir saatti.
"Peki, teşekkür ederim", dedim, yaverim aldı.
Sonra, sanki Yıldız Sarayı'ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi bir sakınmayla, ayaklarımızın patırdısını işittirmekten korkarak, saraydan uzaklaştık.
--
"Biz Türk’üz, tam manasıyla Türk’üz!
İşte o kadar!
Asya için ve Avrupa için bizim konumumuz aynıdır.
Dostlara sahip bulunmak, tam bağımsızlığımızı korumak, her şeyi Türk cephesinden değerlendirmek!
Bu gerçekçi görüştür.
Osmanlı İmparatorluğu’nu mahveden ideolojiye tepkidir."
Gazi Mustafa Kemal, 1921
--
EY KUL!
KAPILARDAN GEÇERKEN;
TÜRKLÜĞÜNÜ UNUTMA,
NE MUTLU TÜRK'ÜM DEMEK İÇİN..
CUMHURİYET'E SAHİP OL,
DEVLETİNİ SEVMEK İÇİN..
HAYATI DOĞRULUKLA KUR,
DOĞRUYU ÖĞRENMEK İÇİN..
İTİMADI KAYBETME,
İTİBARI KAZANMAK İÇİN..
KENDİNİ İYİ TANI,
CÜMLE ALEME TANITMAK İÇİN..
İNSANI SEVDİĞİNİ SÖYLE,
SEVGİYE ALIŞMAK İÇİN..
TOPLULUĞA KENDİNİ ADA,
SENİNLE OLAN İNSANLAR İÇİN..
İŞİNİ, AŞINI, BİLGİNİ PAYLAŞ,
PAYLAŞANLA OLMAK İÇİN...
Nusret DEMİRAL
--
"Muhterem Milletim'e şunu tavsiye ederim ki; sinesinde yetiştirerek başına taç ettiği adamların kanındaki ve vicdanındaki cevheri asliyi çok iyi tahlil etmek dikkatinden, bir an feragat etmesinler...''
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
--
''Bizler;
Gözünde Vatanını,
Gönlünde ATATÜRK ilke ve İnkılaplarını tutabilen,
Vicdanında dinini saklayabilen,
Milliyetçilik ve laiklik düşüncesi içinde görev yapanlardanız.''
Nusret DEMİRAL, DGM (Onursal) Cumhuriyet BaşSavcısı
--
e-posta ile gönderdiğim tüm demokratik protesto, bilgi, haber, yorum ve sosyal/siyasal içerikli paylaşımlar TC Anayasa'sının;
MADDE 24/3: Kimse, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerin den dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.
MADDE 25: Herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.
MADDE 26: Herkes düşünce ve kanaatlerini; söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.
YGK: Şiddet çağrısı içermedikçe sözlü ve yazılı ifadeler cezalandırılamaz.
Bu düşünceler şok edici bile olsa...
(Yargıtay Genel Kurul Kararı)
Demokratik düşünce ve kanaatlerimin engellenmesi ve/veya şiddet/baskı altına alınması, bu nedenle, "hakkımda olası her türlü anti-demokratik yasal girişimi" TC Anayasası, AİHM ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kapsamında, her türlü yasal haklarım saklı kalmak üzere, peşinen reddederim.

YanıtlaYönlendir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder