Atatürk Üzerinden Kışkırtma Ve Kışkırtma Oyuncuları
Yıldıray Çiçek
Eposta: yildiraycicek@turkgun.com
TÜRKGÜN: 19 Kasım 2018-Pazartesi
Geçirdiğim hastalıktan dolayı yazılarıma biraz ara vermiştim.
Yeniden hepinize merhaba…
Türkiye 10 Kasım’da seri kışkırtmalara şahit oldu. Tartışmaları da hala devam ediyor. Delilerin, meczupların yaptığı kışkırtmalar akli melekeleri içine sığdırılır da, ya koskoca Diyanet İşleri Başkanı’nın yaptığı kışkırtmayı nereye sığdıracağız?
Atatürk’ü anma ama azılı ve tescilli Atatürk düşmanıyla ölüm yıldönümünde poz ver!
Bu kışkırtma değil de nedir?
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, 10 Kasım’da çok büyük bir kışkırtmaya, AKP hükümeti de onu görevden almak yerine arkasında durarak büyük bir yanlışa imza atmıştır.
AKP sözcüsü Ömer Çelik geçtiğimiz hafta akıllara ziyan şu açıklamaları yapmıştır:
“Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Cumhurbaşkanımızın takdir ettiği bir ilim adamı ve takdir ettiği bir yöneticidir.
“Bu ziyaret insani bir ziyarettir.
“Diyanet İşleri Başkanımız çalışmaları sebebiyle Fetullahçı Terör Örgütü ve PKK Terör Örgütü gibi bir takım terör örgütlerinin de hedefindedir. “
Ali Erbaş, Atatürk’ün kurduğu bir kurum olan Diyanet İşlerinde başkanlık görevinde iken Atatürk’ün ölüm yıldönümünde, O’nu Cuma hutbesinde, Diyanet’in web sayfasında, şahsına ait sosyal medya sayfalarında anmaması birileri için dert değilken, maalesef Atatürk düşmanı ağzı bozuk, seviyesiz bir adama yapılan ziyareti meşrulaştırma derdine düşmüşlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ü ölüm yıldönümünde anmak insani bir davranış değil de, ağzından ishal olmuş gibi Atatürk düşmanlığı yapan bir adamı ziyaret etmek mi insani oluyor?
FETÖ, Ali Erbaş’ı niye hedef seçsin?
Bu sorunun cevabını ben bir türlü bulamıyorum.
FETÖ’nün bir zamanlar dinler arası diyalog faaliyetlerini yürüten KADİP’in (Kültürler Arası Diyalog Platformu) yönetiminde yer almasından dolayı mı?
FETÖ darbe girişiminin beyni olan, firari Adil Öksüz’ün doktora tezi savunmasında jüri üyesi olmasından dolayı mı?
FETÖ’nün Abant toplantılarında sürekli katılımcı olmasından dolayı mı?
FETÖ mensuplarına “Gönül erleri” diye hitap etmesinden dolayı mı?
FETÖ’nün kapatılan “Kimse Yok Mu Derneği’nde” aktif bir şekilde yardım toplayan kişi olmasından dolayı mı?
Söylesene Sayın Ömer Çelik, FETÖ hangi sebepten dolayı Ali Erbaş’ı hedef seçecek?
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Atatürk düşmanlığını da açık açık göstererek Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen pkk’nın hedefi olmaktan çıkmıştır artık, değil mi Ömer Çelik?
Gerçi niçin hedef olduğunu da henüz anlayamadık!
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bizim tek andımız İstiklal Marşı’mızdır.” dedikten bir hafta sonra, Ömer Çelik’in Atatürk ve İstiklal Marşı düşmanlarının ziyaret edilmesiyle ilgili açıklamalarının her boyutu talihsizlik olmuştur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre “tek andımız İstiklal Marşı” ise, İstiklal Marşı yazarı merhum Mehmet Akif Ersoy’a “Lan, serserinin teki, p.zev.nk “ diyen Kadir Mısıroğlu’nun ziyaretine bir devlet kurumunun başındaki kişinin gitmesine en büyük tepkiyi vermesi gereken AKP hükümeti değil mi?
Nerden bakarsan bak büyük bir tutarsızlık vardır…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 10 Kasım’da çok anlamlı “Gazi’nin mücadeleci ve kurucu vasıflarını gençlerimize ve çocuklarımıza iyi anlatmalı, onun “en büyük eserim” dediği Cumhuriyetimizi ilelebet yaşatmak ve daha ileriye taşımak için üzerimize düşen sorumlulukları hep birlikte yerine getirmeliyiz.” açıklamasını yaparken, Atatürk düşmanını ziyarete giden ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifade ettiği sorumlulukları yerine getirmeyen Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a sahip çıkılmasının mantığı nedir?
Kendisi Atatürk’ü anmayan Diyanet İşleri Başkanı, eğer hükümete haber vermeden 10 Kasım arifesinde Atatürk düşmanı birini ziyaret ettiyse bunda bilinçli bir tezgâh vardır. Yok, eğer hükümetin haberi var ve onay verdiyse, bunu da AKP’nin kendi celladına âşık psikolojiyle hareket ettiğine yoracağız.
Ali Erbaş bu sicille o koltukta artık oturamaz. Atatürk’ün kurduğu bir kurumun başında Atatürk’e saygılı olmayı bilen, sevgi besleyen biri olmalıdır. Hele hele ömrü Fethullah Gülen’in çizgisinde geçmiş birinden Diyanet İşleri Başkanı olmaz. Ali Erbaş, bu saatten sonra “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen Kadir Mısıroğlu’nu da yanına alıp, Yunanistan’a yerleşmelidir.
AKP hükümeti de FETÖ mücadelesine gölge düşürmemeli ve Ali Erbaş’ı bir an önce o kutsal görevden almalıdır. Atatürk’e saygısızlık yapan akli dengesi yerinde olan-olmayan herkese de haddini bildirmelidir. Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde söylediği “Ne Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ne de kıyafetinden dolayı vatandaşımıza hakaret edilmesine izin vermeyiz.” sözleri için, uygulama alanı ve eylemi muhataplarını beklemektedir.
Bu ülkenin, her kışkırtma peşinde koşan provokatöre çalışma alanı olmadığı gösterilmelidir.
“Milli ve yerli çizgi” Kadir Mısıroğlu gibi adamlara sahip çıkarak değil, Mustafa Kemal Atatürk’e, Mehmet Akif Ersoy’a sahip çıkarak olur.
“Tek andımız İstiklal Marşı” diyen AKP’nin sınavı bu saatten sonra başlıyor.
Ya “…Mısır’da 11 yıl kaldım fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane bir fikrimi söyleyeyim mi? İnsanlık da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, Müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de. Eğer varsa Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin.” Diyen merhum Mehmet Akif Ersoy’a sahip çıkacaklar…
Ya ”Bu marş bizim inkılabımızı anlatır. İnkılabımızın ruhunu anlatır. Bunu ne unutmak ne de unutturmak lazımdır. İstiklal Marşında istiklal davamızı anlatması bakımından büyük manalar vardır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır: “Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet; Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal!” Benim bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır. Hürriyet ve istiklal aşkı bu milletin ruhudur. Tarihe bakın. Bütün milletlerin bir esaret ve hürriyetsizlik devri geçirdikleri bir hakikattir. Bizim kahramanlarımız hürriyetini kaybedeceğini anlayınca nefsini ateşe vermiş ve küllerini bile düşmana teslim etmemiştir.” Türk budur. İstiklal Marşı’nın bu pasajı asırlar boyunca söylenmeli ve bütün yar ve ağyar anlamalıdır ki Türk’ün Mete hikayesinde olduğu gibi her şeyi hatta en mahrem hisleri bile tehlikeye girebilir, fakat hürriyeti asla… Bu pasajı her vakit tekrar ettirmek bunun için lazımdır. Bu demektir ki, efendiler, Türk’ün hürriyetine dokunulamaz.” diyen büyük önder ve komutan Mustafa Kemal Atatürk’e…
Ya da Atatürk’e ve Mehmet Akif Ersoy’a küfür ve hakaret eden Kadir Mısıroğlu gibi bir provokatöre sahip çıkacaklar.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Atatürk düşmanı, Mehmet Akif Ersoy düşmanı, İstiklal Marşı düşmanı Kadir Mısıroğlu’na sahip çıkmış… AKP hükümeti de hem Ali Erbaş’a, hem de Kadir Mısıroğlu’na sahip çıkmış gözüküyor!
Atacağı adımlarla bu manzarayı bozacak yine AKP’nin kendisidir. Bakalım bu sınavın tam sonucu ne olacak?
Atatürk ve İstiklal Marşı bu toplumun ortak ve tartışılmaz değeridir. Bu değerleri tartıştırmak, hakaret ettirmek ve bunlara göz yummak Türk milletinin birliğine, huzuruna konulan dinamit olacaktır.
Son iki ayda, o kadar tuhaf, yanlış adımlar atılıyor ki, izahını yapmak mümkün olmuyor. Cumhur ittifakının hassasiyetini korumak, buna inanan herkes için milli vazifedir. Milliyetçi-Ülkücü bir yazar olarak, bunu hatırlatmakta bizlerin görevidir.
AKP içinde yerel seçimlere dair korku kendini her türlü boyutta gösterirken, niye toplumun değerleri ve hassasiyetleri konusunda daha dikkatli davranmazlar çok merak ediyorum. Aslında o kadar merak ettiğimiz konu var ki, zaman zaman cevaplarını arıyoruz, aramaya devam edeceğiz.
Cumhuriyetçi Demokratlar; Kadim gelenek ile müstakbel gelecek arasında sağlam, sarsılmaz, güçlü köprüler kuran; Namuslu-dürüst-demokrat; İlkeli, ilmi, onurlu ve sorumlu; Atatürkçü ve Milliyetçi bir halk hareketidir.
20 Kasım 2018 Salı
Atatürk Üzerinden Kışkırtma Ve Kışkırtma Oyuncuları "Yıldıray Çiçek" (TÜRKGÜN-19 Kasım 2018 Pazartesi) -Türkiye 10 Kasım’da seri kışkırtmalara şahit oldu. Tartışmaları da hala devam ediyor. Delilerin, meczupların yaptığı kışkırtmalar akli melekeleri içine sığdırılır da, ya koskoca Diyanet İşleri Başkanı’nın yaptığı kışkırtmayı nereye sığdıracağız?
Türkiye’nin Kemalizm’le imtihanı "YUSUF KAPLAN" (Ankara: "YENİ ŞAFAK" 18 Kas 2018, Pazar) -Önceki yazımda, İslâmî kesimlerin provokasyonlar konusunda dikkatli ve duyarlı olmaları gerektiğini vurgulayarak basiretli olunması çağrısı yapmıştım. Bu yazıda ise, bu kez, Kemalist / laik kesimlere, akl-ı selim, basiret, sağduyu çağrısı yapacağım.
Türkiye’nin Kemalizm’le imtihanı
YUSUF KAPLAN
Ankara: "YENİ ŞAFAK" 18 Kas 2018, Pazar
Önceki yazımda, İslâmî kesimlerin provokasyonlar konusunda dikkatli ve duyarlı olmaları gerektiğini vurgulayarak basiretli olunması çağrısı yapmıştım.
Bu yazıda ise, bu kez, Kemalist / laik kesimlere, akl-ı selim, basiret, sağduyu çağrısı yapacağım.
Kemalizm eleştirilerimi, hakaret etmeden, açıkça, dürüstçe yazacağım; umarım, Kemalist kesimler (örneğin Odatv’nin, her Kemalizm yazımdan sonra yaptığı gibi!) “vurun abalıya!” ilkelliğiyle değil, hoşlarına gitmeyen teorik gözlemlerimi benimsemeseler de söylediklerim üzerinde düşünmeye çalışarak sağduyuyla tepki verirler.
AB SÜRTLÜKLER ÜLKESİ!
Marx, “ben Marksist değilim” demişti, putlaştırılacağını anladığı için.
Mustafa Kemal’in de, “Atatürk” adını alınca, “ben Kemalist değilim” dediği rivayet edilir ama bunu gerçekten söylemiş midir, bilmiyorum. Eğer söylemişse, Kemalistler tarafından pek dikkate alınmadığı anlaşılıyor.
Son yıllarda, Kemalizm, özellikle de Atatürk kullanılarak ülkedeki gerilim hatları patlatılmaya çalışılıyor. Kendilerini laik olarak gören bazı partiler, hiç de sivil olmayan bazı sivil toplum örgütleri, ülkenin bütünlüğünü, birliğini ve dirliğini tehlikeye sokacak bu tür gerilim stratejilerini tepe tepe kullanarak kitleleri sokağa dökmekten çekinmiyorlar!
Dürüst olalım: Bu ülkede, din de, Atatürk de, bazı odaklar tarafından ülkenin fay hatlarını patlatmakta ürpertici şekillerde kullanılabiliyor.
Gerçek dindarların da, gerçek Kemalistlerin de buna itiraz etmeleri beklenir; ama nâfile. Nâfile; çünkü burası Türkiye: Sürreel, absürt gerçeklerin, gerçeklerden daha gerçek olarak görüldüğü, semboller üzerinden kavga edilen bir ülke burası!
PRANGALAR KIRILMADIĞI SÜRECE...
Bu absürtlüklerin nedeni ne, peki?
Kemalizm, ilerlemeci ve pozitivist bir ideolojidir. Ama TDK (Türk Dil Kurumu) Sözlüğü, bir zamanlar “Kemalizm, Türklerin dinidir” diye tanımlamıştı Kemalizm’i!
Toplumu, Batılılılaştırmanın (doğrusu, İslâmî kimliğinden, duyarlıklarından ve iddialarından uzaklaştırmanın) aracı olarak kullanılmamış mıdır Kemalizm ve Kemalizm üzerinden laiklik?
“Fikri hür, vicdanı hür kuşaklar” yetiştirmeyi amaçladığı ifade edilen bir ideolojidir Kemalizm. Ama uygulamaları öyle midir?
Hele de gelinen noktada kendilerini Kemalist, dolayısıyla laik olarak adlandıranlar, gerçekten fikri hür kişiler midir yoksa başkasına saygı duymayan, Kemalizm’i ve dolayısıyla laikliği topluma dayatmaktan, bunu da zor kullanarak yapmaktan, sözgelişi her fırsatta “ordu göreve!” pankartları taşımaktan, sosyal medyada Atatürk’ü kutsayan, “Atatürk’ün ilah olduğunu” söylemekten, sözkonusu İslâm olduğunda, her tür hakareti yapmaktan, toplumun kahir ekseriyetini oluşturan muhafazakâr / dindar kesimlere şımarık bir dille kin kusmaktan çekinmeyen, bundan en küçük rahatsızlık bile duymayan, toplumun bütünlüğünü, dirliğini, birliğini umursamayan, kelimenin tam anlamıyla akıl tutulması yaşayan absürt, toplumun geleceğini tehlikeye sokacak ürpertici bir görünüm sergiliyorlar!
Bu absürtlüklerin temel nedeni, laikliğin din katına yükseltilmesi, eğitimden siyasete, sosyal hayattan kültür hayatına kadar her alanda Kemalizm’in Demokles’in kılıcı gibi kullanılması, laiklik uygulamasının sorgusuz-sualsiz bir prangaya dönüştürülmesidir.
Bu ülkede, devrimler, laiklik adına topluma dayatılmadı mı?
Bu ülkede, darbeler, laiklik ve Kemalizm adına yapılmadı mı?
Bu ülkede, toplumun İslâmî duyarlıkları, laiklik adına aşağılanmadı mı, “gericilik, irtica” olarak yaftalamadı mı 90 küsur yıldır?
“FİKRİ HÜR” NESİLLER Mİ, AKIL TUTULMASI YAŞAYAN EZBERCİ “TİPLER” Mİ?
Kemalizm, son bir kaç yılda, “fikri hür, vicdanı hür kuşaklar” yetiştirmek şöyle dursun, ülkede toplumun fay hatlarını patlatacak, toplumda nefret tohumları eken, kendilerinin dışındaki kesimlere kin besleyen sloganik, vulger, ezberci bir ideolojiye dönüştürüldü.
Ülkede Atatürk veya Kemalizm üzerinden provokatif eylemler oluyor: Kemalist çevreler, sanki bu ülke Fadime Şahin’ler üzerinden ürpertici provokasyonlar yapılmamış gibi, çarşaf giydirilen kişiler kullanılarak, Atatürk heykellerine saldırtılan provokatif eylemlerin ülkeyi sosyal ve siyasî kaosa sürüklemek için tezgâhlanmış olabileceğini bile göremeyecek, aksine, “bakın yobazlara, Atatürk’e saldırıyorlar” diyecek kadar akıl tutulması yaşadığını bu insanlara birilerinin anlatması gerekiyor.
Empati yapmak istiyorum: Atatürk’e saldırı, elbette Kemalist / laik çevrelerin tepesini attıracaktır. Ama bu tür eylemlerin provokasyon olabileceğini niçin görmüyorlar ya da göremiyorlar peki?
Atatürk’ü kutsadıkları için olabilir mi, meselâ?
Ama bunun temel nedeni bu olsa da, görünürdeki nedeni, Erdoğanfobi’dir. Erdoğan’a, Erdoğan üzerinden İslâmî kesimlere kin ve nefretle bakıyor olmaktır.
ENERJİMİZİ SU GİBİ HARCIYORUZ, FARKINDA MISINIZ?
Kemalizm’in yaklaşık bir asırlık seyrü seferine bakınca, Türkiye’nin Kemalizmle imtihanının hiç de kolay geçmediğini görüyoruz.
Bundan sonraki süreçte, sağduyu galip gelir mi?
Bunun en önemli şartlarından biri, Kemalist / laik çevrelerin “Atatürk’e, Kemalizm’e saygı duyulmalı” çağrılarına karşılık, Kemalistlerin / laik çevrelerin İslâm’a asgarî düzeyde de olsa saygı duymaları ve her olayda İslâmî kesimleri “gerici, yobaz, irticacı” diye yaftalamaktan, kendi düşüncelerini ve laik inançlarını topluma dayatmaktan vazgeçmeleri gerektiğini anlamalarıdır.
Önceki yazımda da dikkat çekmiştim: Başkalarının, bizim gibi düşünmeyenlerin kutsallarına saygı duymak zorundayız. İslâm, başkalarının kutsallarına hakaret etmeyi yasaklar.
Benzer bir tavrı, Kemalist / laik çevrelerden de beklemek hakkımız.
Eğer toplumun bütün kesimleri olarak prangalardan kurtulamazsak, Türkiye’nin Kemalizm’le imtihanı ağır geçmeye, bu ülkeyi yormaya, enerjisini su gibi harcamaya devam edecek...
O yüzden, devlet, toplumun farklı kesimlerine karşı kin ve nefret tohumları eken kişi, kurum ve kuruluşlara izin vermemelidir.
Önceki yazımda, İslâmî kesimlerin provokasyonlar konusunda dikkatli ve duyarlı olmaları gerektiğini vurgulayarak basiretli olunması çağrısı yapmıştım.
Bu yazıda ise, bu kez, Kemalist / laik kesimlere, akl-ı selim, basiret, sağduyu çağrısı yapacağım.
Kemalizm eleştirilerimi, hakaret etmeden, açıkça, dürüstçe yazacağım; umarım, Kemalist kesimler (örneğin Odatv’nin, her Kemalizm yazımdan sonra yaptığı gibi!) “vurun abalıya!” ilkelliğiyle değil, hoşlarına gitmeyen teorik gözlemlerimi benimsemeseler de söylediklerim üzerinde düşünmeye çalışarak sağduyuyla tepki verirler.
AB SÜRTLÜKLER ÜLKESİ!
Marx, “ben Marksist değilim” demişti, putlaştırılacağını anladığı için.
Mustafa Kemal’in de, “Atatürk” adını alınca, “ben Kemalist değilim” dediği rivayet edilir ama bunu gerçekten söylemiş midir, bilmiyorum. Eğer söylemişse, Kemalistler tarafından pek dikkate alınmadığı anlaşılıyor.
Son yıllarda, Kemalizm, özellikle de Atatürk kullanılarak ülkedeki gerilim hatları patlatılmaya çalışılıyor. Kendilerini laik olarak gören bazı partiler, hiç de sivil olmayan bazı sivil toplum örgütleri, ülkenin bütünlüğünü, birliğini ve dirliğini tehlikeye sokacak bu tür gerilim stratejilerini tepe tepe kullanarak kitleleri sokağa dökmekten çekinmiyorlar!
Dürüst olalım: Bu ülkede, din de, Atatürk de, bazı odaklar tarafından ülkenin fay hatlarını patlatmakta ürpertici şekillerde kullanılabiliyor.
Gerçek dindarların da, gerçek Kemalistlerin de buna itiraz etmeleri beklenir; ama nâfile. Nâfile; çünkü burası Türkiye: Sürreel, absürt gerçeklerin, gerçeklerden daha gerçek olarak görüldüğü, semboller üzerinden kavga edilen bir ülke burası!
PRANGALAR KIRILMADIĞI SÜRECE...
Bu absürtlüklerin nedeni ne, peki?
Kemalizm, ilerlemeci ve pozitivist bir ideolojidir. Ama TDK (Türk Dil Kurumu) Sözlüğü, bir zamanlar “Kemalizm, Türklerin dinidir” diye tanımlamıştı Kemalizm’i!
Toplumu, Batılılılaştırmanın (doğrusu, İslâmî kimliğinden, duyarlıklarından ve iddialarından uzaklaştırmanın) aracı olarak kullanılmamış mıdır Kemalizm ve Kemalizm üzerinden laiklik?
“Fikri hür, vicdanı hür kuşaklar” yetiştirmeyi amaçladığı ifade edilen bir ideolojidir Kemalizm. Ama uygulamaları öyle midir?
Hele de gelinen noktada kendilerini Kemalist, dolayısıyla laik olarak adlandıranlar, gerçekten fikri hür kişiler midir yoksa başkasına saygı duymayan, Kemalizm’i ve dolayısıyla laikliği topluma dayatmaktan, bunu da zor kullanarak yapmaktan, sözgelişi her fırsatta “ordu göreve!” pankartları taşımaktan, sosyal medyada Atatürk’ü kutsayan, “Atatürk’ün ilah olduğunu” söylemekten, sözkonusu İslâm olduğunda, her tür hakareti yapmaktan, toplumun kahir ekseriyetini oluşturan muhafazakâr / dindar kesimlere şımarık bir dille kin kusmaktan çekinmeyen, bundan en küçük rahatsızlık bile duymayan, toplumun bütünlüğünü, dirliğini, birliğini umursamayan, kelimenin tam anlamıyla akıl tutulması yaşayan absürt, toplumun geleceğini tehlikeye sokacak ürpertici bir görünüm sergiliyorlar!
Bu absürtlüklerin temel nedeni, laikliğin din katına yükseltilmesi, eğitimden siyasete, sosyal hayattan kültür hayatına kadar her alanda Kemalizm’in Demokles’in kılıcı gibi kullanılması, laiklik uygulamasının sorgusuz-sualsiz bir prangaya dönüştürülmesidir.
Bu ülkede, devrimler, laiklik adına topluma dayatılmadı mı?
Bu ülkede, darbeler, laiklik ve Kemalizm adına yapılmadı mı?
Bu ülkede, toplumun İslâmî duyarlıkları, laiklik adına aşağılanmadı mı, “gericilik, irtica” olarak yaftalamadı mı 90 küsur yıldır?
“FİKRİ HÜR” NESİLLER Mİ, AKIL TUTULMASI YAŞAYAN EZBERCİ “TİPLER” Mİ?
Kemalizm, son bir kaç yılda, “fikri hür, vicdanı hür kuşaklar” yetiştirmek şöyle dursun, ülkede toplumun fay hatlarını patlatacak, toplumda nefret tohumları eken, kendilerinin dışındaki kesimlere kin besleyen sloganik, vulger, ezberci bir ideolojiye dönüştürüldü.
Ülkede Atatürk veya Kemalizm üzerinden provokatif eylemler oluyor: Kemalist çevreler, sanki bu ülke Fadime Şahin’ler üzerinden ürpertici provokasyonlar yapılmamış gibi, çarşaf giydirilen kişiler kullanılarak, Atatürk heykellerine saldırtılan provokatif eylemlerin ülkeyi sosyal ve siyasî kaosa sürüklemek için tezgâhlanmış olabileceğini bile göremeyecek, aksine, “bakın yobazlara, Atatürk’e saldırıyorlar” diyecek kadar akıl tutulması yaşadığını bu insanlara birilerinin anlatması gerekiyor.
Empati yapmak istiyorum: Atatürk’e saldırı, elbette Kemalist / laik çevrelerin tepesini attıracaktır. Ama bu tür eylemlerin provokasyon olabileceğini niçin görmüyorlar ya da göremiyorlar peki?
Atatürk’ü kutsadıkları için olabilir mi, meselâ?
Ama bunun temel nedeni bu olsa da, görünürdeki nedeni, Erdoğanfobi’dir. Erdoğan’a, Erdoğan üzerinden İslâmî kesimlere kin ve nefretle bakıyor olmaktır.
ENERJİMİZİ SU GİBİ HARCIYORUZ, FARKINDA MISINIZ?
Kemalizm’in yaklaşık bir asırlık seyrü seferine bakınca, Türkiye’nin Kemalizmle imtihanının hiç de kolay geçmediğini görüyoruz.
Bundan sonraki süreçte, sağduyu galip gelir mi?
Bunun en önemli şartlarından biri, Kemalist / laik çevrelerin “Atatürk’e, Kemalizm’e saygı duyulmalı” çağrılarına karşılık, Kemalistlerin / laik çevrelerin İslâm’a asgarî düzeyde de olsa saygı duymaları ve her olayda İslâmî kesimleri “gerici, yobaz, irticacı” diye yaftalamaktan, kendi düşüncelerini ve laik inançlarını topluma dayatmaktan vazgeçmeleri gerektiğini anlamalarıdır.
Önceki yazımda da dikkat çekmiştim: Başkalarının, bizim gibi düşünmeyenlerin kutsallarına saygı duymak zorundayız. İslâm, başkalarının kutsallarına hakaret etmeyi yasaklar.
Benzer bir tavrı, Kemalist / laik çevrelerden de beklemek hakkımız.
Eğer toplumun bütün kesimleri olarak prangalardan kurtulamazsak, Türkiye’nin Kemalizm’le imtihanı ağır geçmeye, bu ülkeyi yormaya, enerjisini su gibi harcamaya devam edecek...
O yüzden, devlet, toplumun farklı kesimlerine karşı kin ve nefret tohumları eken kişi, kurum ve kuruluşlara izin vermemelidir.
13 Kasım 2018 Salı
GAZİ MAREŞAL MUSTAFA KEMAL ATATÜRK-"SON YIL 1938"- Araştırmacı, Gazeteci-Yazar: ORHAN ÇEKİÇ -Yılbaşının ertesi günü gene geç kalktı. Her zamanki gibi banyosunu yaptıktan sonra tıraş oldu, spor giyindi. Yeni yılın bu ilk günü köşkten çıkmamaya kararlıydı. Kahvesini içerken gazetelere göz attı. Ardından yurdun dört bir tarafından gelen yeni yılını kutlama mesajlarını okudu. Sonra bu mesajlara toplu olarak Anadolu Ajansı aracılığıyla vereceği yanıtını yeniden gözden geçirdi.
GAZİ MAREŞAL MUSTAFA KEMAL ATATÜRK;
SON YIL 1938
ORHAN ÇEKİÇ
Son yıla
hasta girdi. Hasta ve sıkıntılı… 938’in “Son Yıl” olduğunu henüz fark eden
yoktu. Sofra eski canlılığını yitirmişti. Genelde çayı tercih ediyor, içkiyi
konuklarına ikram ediyordu ama, sabahlara kadar süren sofra sohbetleri epeydir
yapılmıyordu.
Yılbaşının
ertesi günü gene geç kalktı.
Her zamanki
gibi banyosunu yaptıktan sonra tıraş oldu, spor giyindi. Yeni yılın bu ilk günü
köşkten çıkmamaya kararlıydı. Kahvesini içerken gazetelere göz attı. Ardından
yurdun dört bir tarafından gelen yeni yılını kutlama mesajlarını okudu. Sonra
bu mesajlara toplu olarak Anadolu Ajansı aracılığıyla vereceği yanıtını yeniden
gözden geçirdi.
İnönü’yü
ise diğerlerinden ayırdı ve bir tek ona mektupla yanıt verdi:
Çankaya, 1 Ocak 1938, Saat: 23.45
İSMET, Benim
Sevgili Dostum, Kardeşim,
Aziz
Evladım!
Dün akşam
yeni yıl tebrikini aldım, çok duygulandım. Derhal Başyaverimle, senin
hakkındaki sarsılmaz kardeşlik ve arkadaşlık hislerimle tebriklerimi bildirdim.
Bu defa
biraz uzunca süren rahatsızlığın, senden ziyade beni üzdü. Fakat bunu takiple
anladım ki, bu rahatsızlığının hiçbir önemi yoktur, işte bundan avundum ve
memnun oldum.
Zaman zaman
seni yatağında ziyareti düşündüm: Rahatsız olmandan sakınarak bunu dolaylı
yaptım. Artık iyisin! Yakın aldığım haberler bunu güçlendirmektedir. Tekrar
yeni seneyi senin, benim ve Türk Milletinin huzur, sükûn ve parlaklıklar ile
karşılanacağının müjdesi gibi gördüğümü, size ulaştırıyorum.
Bir an
evvel sağlığınızın iadesini, elbet kudretinizin bildiğim tecellisini daima
gözde tuttuğuma emniyet etmenizi dilerim. Derin muhabbetle, sarsılmaz
kardeşlik, arkadaşlık hisleriyle gözlerinden öperim. K. Atatürk
Bu mektubun
altında Atatürk’ün İnönü’nün Özel Kalem Müdürü Vedit Bey’e ayrıca bir notu
vardı:
Vedit,
Eskiden de
hasta iken nadiren gidebilirdim. Çünkü evde bayanları rahatsız etmekten
sakınırdım. Yine öyledir. Başka hiçbir şey düşünmesin. K. Atatürk
Yeni yıla
İnönü ağır bir griple girmişti ve Atatürk her zaman olduğu gibi, can dostunun
sağlığıyla yakından ilgileniyordu. Onu yatağında ziyaret edemeyişinin nedenini
mektubunda açıklıyor, ayrıca İnönü’nün Özel Kalem Müdürü Vedit Bey’e yazdığı
notta da “…bunun altında başka nedenler aranmasın…” diyordu.
x x x
1938 yılına girdiği ilk gün yaptığı ilk iş, İsmet Paşa’ya
yazdığı bu mektup olmuştu.
Mektubu bitirdiğinde vakit gece yarısını geçmişti.
Alışkanlıklarına bakılırsa yatmak için erkendi ama kendini yorgun hissediyordu.
Odasına
çekildi…yatağına uzandı…tüm yorgunluğuna rağmen bir türlü uykuya dalamadı. İsmet’e
yazdığı mektup O’nu çok uzaklara götürmüştü. Yatağının içinde bir o yana bir bu
yana dönerken, bütün bir yakın geçmiş gözlerinin önünden akıp gidiyor, uyku
tutmuyordu… Haksız da değildi:
Bir
taraftan ekonomi henüz özlenen noktadan uzaktı. Rusya’da gördüklerinden
etkilenen İnönü’nün izlemekte olduğu “Devlet Kapitalizmi” modeli henüz
oturmamıştı.
Buna
karşılık, daha ziyade liberal ekonomi eğiliminde olan Celâl Bayar’ın İş
Bankası’nın başında gerçekleştirdiği başarılar zaman zaman kıyaslamalara yol açıyordu.
Diğer
yandan Avrupa’da yükselen değer, Faşizm ve Nazizm yönünde gelişiyordu.
CHP’nin tüzüğünde değişiklikler yaparak
“daha güçlü bir partiye dönüştürme” çabalarını
Faşizan bir eğilim olarak değerlendiren Atatürk ise bu
değişikliğe toptan karşı çıkıyor,
“…bunu ben
öldükten sonra yaparsınız…” diyordu.
Tam da bu
günlerde İtalya’nın Habeşistan’a saldırısı gündeme oturmuştu.
Eski Roma
İmparatorluğu’nu yeniden ihya etmek sevdasına düşen Mussolini Akdeniz’den “Mare
Nostrum” (Bizim Deniz) diye bahseder olmuştu. Parmağıyla Doğu Akdeniz’i işaret
ederken çekilmiş fotoğrafları gazeteleri süslüyor, bu da Atatürk’ü müthiş
sinirlendiriyordu. Her fırsatta Mussolini’ye yönelik çok sert demeçler
veriyordu.
Sebebini soranlara da
: “Çünkü” diyordu, “…Mussolini asker
değil… savaşın ne felaket olduğunu bilmez.. Ben askerim. Bilirim…O yüzden , bu
adamı boş bırakmaya gelmez.”
Bütün
bunlar yetmiyormuş gibi, 1937 Haziran’ında Dersim’de Kürtlerin ayaklanmasını
bastırmakla ilgili yoğun faaliyet sürüyordu. Asilerin havadan bombalanmasına
mânevi kızı Sabiha Gökçen de katılmıştı.
İnönü bu
hareketin de kısıtlı ölçekte yapılmasından yanaydı ve bu konuda da Atatürk’le
ters düştüğü dedikodusu ülkeye yayılmıştı. İsmet Paşa ile asıl kopmalarına yol
açan Orman Çiftliği meselesi birden aklına gelince yatağından doğrulup bir
sigara yaktı. Dumanını içine çekerken pencereye yürüdü. Çiftliğe doğru uzun
uzun baktı.
Ankara’nın
solgun ışıkları çok uzaklarda bir yanıp bir sönüyordu.
Yıllar
öncesine, Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yıllarına gidiverdi.
x x x
O yıl Genel
Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı Ankara’ya İsmet Paşa’ya göndermişti. Yazdığı
mektupta, tüm mal varlığını hazineye yani milletine bağışlamak istediğini
bildirmişti. Hükümetten dileği, bunun yasal zemininin hazırlanmasıydı.
Konu
Meclis’e gelince büyük tartışmalara yol açtı. Yaptığı teklif, kendi getirdiği
laik hukuk sistemine aykırıydı. Tüm taşınmaz mallarını hazineye devretmek
istiyordu ama kız kardeşi Makbule Hanım sağdı ve bir kardeş olarak Atatürk’ün
mal varlığının % 25’i “mahfuz hisse” olarak Makbule’ye aitti. Medeni Kanunun
bugün de yürürlükte olan 452. maddesi bu konuda açıktı. Oysa Atatürk
diretiyordu:
“…tamamı
hazinenin olacak…”
Sonunda Saruhan (Manisa)
Milletvekili Mustafa Fevzi Efendi bir çözüm bulmuştu:
“Medeni
Kanuna göre Paşa’nın talebini yerine getirmek mümkün görünmüyor ama TBMM özel
bir kanun çıkartır da izin verirse, o zaman olabilir…”
Öyle de
oldu. TBMM 12 Haziran 1933 tarihli ve 2307 sayılı bir yasa çıkarttı.
Bu yasada; “Mustafa
Kemal Paşa Hazretleri’nin Medeni Kanunun
452. maddesi dairesindeki tasarrufları Mahfuz Hisseler hakkındaki hükümden
müstesnadır…” deniliyordu. Yani Atatürk, malları üzerinde dilediği tasarrufta
bulunabilirdi.
Böylece tüm
mal varlığını milletine bağışlamış, 12 Haziran 1937 tarihinde de tüm bu
intikaller tamamlanmıştı. Atatürk’ün bu cömert davranışı karşısında Başbakan
İnönü Meclis’te uzun bir konuşma yapmış, millet adına Atatürk’e şükranlarını
sunmuş, ardından 13 milletvekili daha konuşmuş, yüzlercesi de çektikleri
telgraflarla memnuniyetlerini dile getirmişlerdi. O ise son derecede sakin,
adeta yaptığının duyulmasından utanır gibiydi.
Verdiği
yanıt dört sözcükten ibaretti: “Yapılan vazifedir. Mustafa Kemal.”
Oysa, ne
ondan önce, ne de sonra, böyle bir vazifeyi üstlenecek birine, bir daha
rastlanmadı. Gerçekten de, özel yasalar çıkarttırarak, kendilerine özel
yararlar sağlayan devlet adamlarına dünyanın her yanında rastlanıyor, gelecekte
de rastlanacak. Ama özel yasa çıkarttırarak nesi var nesi yok milletine
bağışlayan bir devlet başkanına, ne Atatürk’ten önce, ne de sonra, bir daha rastlanmadı. Ne Atatürkmüş ama!…
x x x
Böylece
diğer taşınmaz mallarıyla birlikte Atatürk Orman Çiftliği’ni de içindeki tüm
tesisleriyle birlikte hazineye bağışlamış oldu. Ne var ki, zaman zaman Çiftliğe
gittiğinde gördüklerinden mutlu olmuyordu. Çiftlik bakımsızdı. Ağaçlar kurumaya
yüz tutmuştu. Bunu gördükçe üzülüyordu. Köşkün penceresinden Ankara’yı
seyrederken işte bunları düşünüyor, düşündükçe uykusu açılıyordu. Çiftlikte
küçük bir bira fabrikası da vardı. Danimarkalılara göre bu fabrika, yapılacak
küçük bir yatırımla biraz daha büyütülürse İstanbul’daki Bomonti Bira
Fabrikasına pekâlâ rakip olabilir, bu rekabetten de tüketici yararlanırdı. Danimarkalıların
yaptığı fizibilite raporları bunu gösteriyordu.
Üstelik
Bomonti’nin imtiyaz süresi sona eriyordu. Atatürk sürenin uzatılmamasından
yanaydı. Bomonti ise sürenin uzatılması için Danıştay’da dâvâ açmıştı.
İnönü’nün kızkardeşi Saniha Hanım’la evli olan enişte Abdürrezzak Bey
Bomonti’nin hissedar yöneticilerindendi ve bu imtiyazın uzatılması için bir taraftan İnönü
üzerinde baskı yapıyor, İnönü’nün bir diğer kardeşi Rıza Temelli’nin de
Bomonti’ye ortak olması işin rengini daha da değiştiriyordu. Bunlara karşılık
Tarım Bakanı Şakir Kesebir’in Çiftlikteki bira fabrikasını genişletmeye
yanaşmaması Atatürk’le İnönü’nün arasının açılmasına en azından katkıda
bulunuyordu.
Bardağı
taşıran son damla ise Nyon Konferansı olmuştu.
x
x x
Almanya ve
İtalya açıkça görülür şekilde İspanya İç Savaşında Faşist Franco’ya destek
veriyordu. Bu esnada Akdeniz’de kimliği
belirlenemeyen bir takım denizaltılar ticaret gemilerini batırıyorlardı. 10
Eylül 1937 günü Akdeniz’de korsanlık yapan bu denizaltılara karşı alınacak
tedbirleri görüşmek üzere Nyon’da uluslar arası bir konferans düzenlenmişti.
Türkiye de bu konferansa katılmak üzere İngiltere ve Fransa’dan ayrı ayrı davet
almıştı.
Mussolini’nin
ne çılgın biri olduğunu bilen İnönü, “bir bahane vererek, bir macerayı kendi
üzerine çekmek istemiyor”, bu toplantıya Türkiye’nin katılmasına sıcak
bakmıyordu.
O esnada
İstanbul’da Florya’da olan Atatürk ise farklı düşünüyordu:
“ Avrupalı
büyük devletlerle eşit statüde bir olayın içinde olmak Türkiye için önemliydi
ve gurur vericiydi. Böyle bir anlaşmaya taraf olursa, deniz gücü kısıtlı olduğu
için, zaten Türkiye’den beklentiler fazla olamazdı; olsa olsa oluşturulacak
ortak deniz gücünün yakıt ikmali vb. için Türk limanlarından yararlanılırdı.
Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras zaten Cenevredeydi, oradan Nyon’a
geçmeliydi.” Öyle de yapıldı.
x x x
Aras
toplantı tutanaklarını muntazam olarak Ankara’ya Hükümete, ayrıca bir kopyasını
da Florya’ya Atatürk’e gönderiyordu. Fransızca olan metnin bir paragrafı
Atatürk’ün dikkatini çekmişti. Buna göre “İngiltere ve Fransa, Akdeniz’deki bu
denizaltı korsanlığını önlemek için, gerektiğinde Türkiye’den kuvvet yardımı”
isteyebileceklerdi. Metinden bu anlam çıkıyordu.
Atatürk,
yanındaki Genel Sekreteri Soyak’a dönmüş, “…acaba Hükümet bu maddenin farkına
varmış mıdır?” diye sormuştu. Soyak Ankara’yla temas kurmuş, hükümetin böyle
bir anlam çıkarmadığını anlamıştı. Bunun
üzerine, yapılan uyarı sonunda telaşlanan İnönü, adı geçen maddenin
ilerde Türkiye’nin başına iş açabileceği
kaygısına kapılmıştı ve Aras’a gönderdiği talimatta “o madde var olduğu sürece anlaşmayı imzalamaması”
emrini vermişti.
Bundan
haberi olmayan Atatürk ise Aras’a aynı gün , “…anlaşmayı imzala…” talimatını
göndermişti. Şimdi Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın elinde iki ayrı şifre
vardı:
Biri Hükümet Başkanı İnönü’den geliyor, “imzalama” diyor,
diğeri Devlet Başkanı Atatürk’ten geliyor, “imzala” diyordu.
x x x
Tevfik
Rüştü Aras tam bir ikilem içinde kalıvermişti. Zirvenin tepesinde bir fırtına
koptuğu belliydi. İçine düştüğü açmazı bir yakınma şeklinde, fakat kimseyi
suçlamadan, dostu olan Hasan Rıza Soyak’a, bir mesajla bildirdi. Soyak durumu
anlamıştı. Uygun bir dille konuyu Atatürk’e iletti. Tevfik Rüştü Aras Askeri
Doktordu. Atatürk’le arkadaşlıkları çocukluk günlerine kadar gidiyordu. Atatürk
Aras’ın içine düştüğü durumu anlamıştı. O’nu rahatlatmak için bir telgraf daha
gönderdi:
“Tevfik
Bey, sana anlaşmayı imzalaman talimatını göndermiştim ama senin fikrini
sormamıştım. Sence imzalamalı mıyız?” Tevfik Rüştü verdiği yanıtta,
“…Türkiye’nin bu anlaşmayı imzalaması konusunda Atatürk gibi düşündüğünü, ancak
kendisinin bir hükümet mensubu olduğunu, bu nedenle Hükümet Reisi olan
İnönü’nün talimatını yerine getireceğini ve anlaşmayı imzalamayacağını…”
bildirdi.
Aradan bir
otuz altı saat daha geçti. Telsiz susması gibi, ızdırap veren bir otuz altı
saat.
Sonra İnönü’den bir talimat daha geldi: “Anlaşmayı
imzalayın…” Ve anlaşma imzalandı.
Belli ki
Atatürk İnönü’yü ikna etmişti. Ayrıca son derecede ihtiyatlı ve şüpheci bir
mizaca sahip olan İnönü’nün tüm kaygılarını gidermek için Aras, “ Türkiye’den
kuvvet yardımı istenmeyeceğine dair “ bir teminat mektubunu da Konferans’tan
resmen talep etmiş ve zor da olsa almıştı. Mesele şimdilik tatlıya bağlanmıştı.
14 Eylül
1937’de Nyon Anlaşması Türkiye, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Romanya,
Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya, Mısır ve Arnavutluk arasında imzalanmıştı.
Gene de bu
olay, dış politika konusunda da devletin zirvesinde bir çatlağa yol açmıştı.
x x x
Aradan iki gün geçti.
16 Eylül
1937’de İstanbul’dan hareket eden Atatürk, ertesi gün Ankara’daydı. TBMM Nyon
Anlaşması’nı onaylamak üzere olağanüstü olarak toplantıya çağrılmıştı, Atatürk
de bu nedenle Ankara’ya gidiyordu. Başbakan İnönü Atatürk’ü Etimesgut’ta
karşıladı. Aralarında belirli bir gerginlik gözleniyordu. Hava adeta fırtına
topluyordu. Daha iki gün önce Cumhurbaşkanı ile Başbakan, Özel Kalem Müdürleri
aracılığıyla sert bir tartışmaya girmişlerdi ve olay henüz çok tazeydi.
Üstelik
tren çiftlikten geçerken Atatürk İnönü’ye yeniden bira fabrikası meselesini
açmış, İsmet Paşa konunun kapandığını söylemişti ama belli ki alınganlık
sürüyordu. Bu kez İnönü, Çiftlikteki bira fabrikasını büyütme projesinin devam
ettiğini ama bu fabrikanın ekonomik olmayacağını Atatürk’e anlatmıştı. Bu hava
içinde Ankara’ya geldiler.
O gün
Hükümet toplantısı vardı, o nedenle İnönü Başvekâlete gitmek üzere ayrıldı.
Atatürk ise ayağının tozuyla Çiftliğe gitti. Soyak da Çiftlikteydi ve
Atatürk’ün de geldiğini duyunca, Çiftlik Müdürü Tahsin Coşkan’ın odasında
Atatürk’e katıldı. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Başyaver Celâl Öner de odadaydılar.
Atatürk
Soyak’a oturması için işaret eder etmez, “…bak unutmadan söyleyeyim” dedi.”Bu
sabah Çiftlikten geçerken İsmet Paşa
bira fabrikası hakkında olumsuz konuştu. Fabrikanın istenilen özelliklere sahip
olmadığını, çıkaracağı biranın maliyetinin yüksek olacağını, memlekete
dağıtılmasının hayli güç ve çok masraflı olacağını, bunun sebebinin de
fabrikanın deniz kıyısında olmayışından kaynaklandığını söyledi. Kısacası sen
ve Tahsin Bey kendisine verdiğiniz bilgilerle Paşa’yı aldatmışınız, ne
dersiniz?” dedi.
Oysa gerçek
bunun tam tersiydi, İsmet Paşa yanlış bilgilendirilmiş, Hükümet üyeleri yanıltılmıştı. Şükrü Kaya “biz de öyle sanıyorduk” deyince işin aslı
anlaşılmıştı. Soyak tüm projeyi yeniden tüm ayrıntısıyla anlattı. Fizibilite
raporları her şeyi gösteriyordu, bu proje çok daha ekonomik ve ülke
yararınaydı. Belli ki Bomonticiler, verdikleri yanlış bilgilerle İnönü’yü
yanıltmışlardı.
Atatürk
Çiftliği gezmeye çıkarken, Şükrü Kaya’ya hükümeti akşam yemeğine Köşkte
beklediğini bildirdi. Bu hiç de hayra alamet değildi. Çiftlikten ayrılan Şükrü
Kaya geç de olsa Hükümet toplantısına katıldı ve Hükümetin akşam yemeğine Köşke
beklendiğini İnönü’ye bildirdi. Ayrıca Hasan Rıza Soyak’ın Çiftlikteki bira fabrikası hakkında Atatürk’e
yaptığı açıklamayı da İnönü’ye nakletti. İnönü bir şeyler sezinlemişti. Felaket
,” geliyorum “ diyordu.
x
x x
Gece
sofraya sadece Bakanlar Kurulu üyeleri davet edilmiş, başka konuk
çağrılmamıştı. Belli ki aile içi bir görüşme olacaktı. Konuklara içki servisi
yapılmıştı. Nezle olduğunu bahane ederek Atatürk ıhlamur içiyordu. Bu da son
derecede anlamlıydı.
Gece sohbet
şeklinde başlamıştı ama konunun nereye geleceğini herkes sezinliyordu.
İlk
hamleyi, insiyatifi elinde tutmak isteyen İsmet Paşa yaptı: “Sen benim
söylediklerimi başkalarından tahkike kalkışıyorsun. Etrafındakiler benim
aleyhimde konuşuyorlar. Bize ne oldu Paşam, aramıza Kara Tahsinler girdi. Size
rahatça ulaşamıyoruz.” Kastettiği, Atatürk’e sabahleyin bira fabrikasıyla
ilgili söylediklerini Atatürk’ün Soyak’tan soruşturmasıydı. Köşke ulaşmakta
zorlandıklarını ifade ederken şikâyet ettiği de gene aynı kişi, Genel Sekreter
Hasan Rıza Soyak’tı.
“Kara Tahsin” ise Sultan
2. Abdülhamit’in Mabeyin Paşalarındandı ve ona gitmeden Sultan’a ulaşmak
imkânsızdı. Burada kinaye yoluyla eleştirilen ise Çiftlik Müdürü Tahsin Bey’di.
Atatürk şaşırmıştı. Bir ara Kâzım Özalp’e doğru eğilmiş ve
yavaş bir ses tonuyla, “Paşa’ya ne olmuş böyle…”demişti.
İsmet Paşa’nın sofraya gelmeden önce Anadolu Kulübü’ne
uğrayıp birkaç kadeh viski içtiğini bilmiyordu. Sükûnetle dinlemeye
çalışıyordu. İnönü sitemini sürdürdü: “ Bana sorulmadan vekillerim tecziye
ediliyor, istifaya zorlanıyor. Buna artık dayanamıyorum!”
Kastettiği Tarım Bakanı Muhlis Erkmen’di ve o esnada tam da
Atatürk’ün karşısında oturuyordu. Çiftliği bakımsız bulan Atatürk birçok
kez Erkmen’i azarlamıştı. Şimdi İnönü,
bakanların önünde bunun rövanşını alıyordu.
Atatürk sakin olmaya gayret ederek; “…Evet” dedi. “…seninle
ilgili pek çok şikâyet geliyor ama ben anlatılanlara değer vermiyorum ki, seninle devam ediyorum…”
Sonra da havayı yumuşatmak için İçişleri Bakanı’na dönerek:
“…Bunlar senin mi başının altından
çıkıyor Şükrü Kaya!. Sabahki konuşmaları mı Paşa’ya naklettin? Yoksa
bugünkü Hükümet gündeminde Bomonti meselesi mi vardı beyefendi?…” diye takıldı.
Yanıt
gene sert bir şekilde İnönü’den geldi:
“Benim
vekillerim benimle ilgili duydukları her şeyi bana nakletmeye mecburdurlar:”
Atatürk’ün giderek sinirleri gerilmeye başlamıştı. Gene de
sakin olmaya gayret ederek,
“Bugün” dedi, “Çiftliği gezdim. Özellikle Marmara Havuzu’nun
çevresindeki ağaçlar kurumuş. Çevresi son derecede bakımsız. Tarım Bakanımız
açıklayabilir mi acaba, bunun sebebi nedir?” Muhlis Bey yanıt vermeye
hazırlanırken, gene İnönü’nün sesi duyuldu:
“Siz onu kendi adamlarınıza sorun!” Kastedilen kişiler Genel
Sekreter Soyak ve Çiftlik Müdürü Tahsin Bey’dir. Ardından gene İnönü’nün sesi
yükselir ve sofraya adeta bomba gibi düşer: “Meseleler yetkili ve sorumlu
olmayan kişilerle hallediliyor, bana danışma gereği duyulmadan, sözlerimin
doğruluğu başkaları tarafından
araştırılıyor. Sürekli sofradan emir alıyoruz. Bu da beni korkutuyor.” Atatürk
sinirden kıpkırmızı olmuştur. “Yaaa…öyle mi beyefendi!. Ama gene böyle bir
sofrada başbakan olduğunuzu unutmayın... Anlaşıldı…Bugün konuşamayacağız…” der
sofrayı terk eder. İp kopmuştur. İnönü’nün bu son cümlesi kısa sürede tüm Türkiye’ye
“ İçki sofrasından emirler alıyoruz…bu da beni rahatsız ediyor…” şeklinde
nakledilir. İnönü bu konu kendisine
hatırlatıldığında, tüm hayatı boyunca, “içki sofrasından” demediğini”,
“sofradan” dediğini anlatır durur ama…nafile. Dedikodu bir kere yayılmıştır. Sofra
tatsız bir şekilde dağılır. Daha pek çok tatsız olaya gebe olarak.
x x x
Atatürk o
geceyi çok rahatsız geçirir. Sofrada konuşulanlar beyninde çınlamaktadır. Bir
süredir devam eden kaşıntıları o gece daha da artmış gibidir. Uykuya daldığı
anı, ertesi gün hatırlayamaz. Öğlene doğru Genel Sekreteri Soyak’ın getirdiği
evrakları imzalarken, içine düştüğü hayal kırıklığının etkileri sürmektedir: “…Bilmiyordum,
meğer arkadaşımız bizim ikazlarımızdan muzdarip oluyormuş; kendisini bu
ıstıraptan kurtarmak lâzım. Bunun tek yolu da mesai arkadaşlığımıza bir müddet
için olsun nihayet vermektir.”
Sözün
nereye geleceğini fark eden Soyak, yumuşak bir ses tonuyla;
“Efendim!
Biliyorsunuz ki Başvekil Paşa bugünlerde çok kederli ve yorgundur. Birkaç gün
önce küçük kardeşi Hayri’yi (Temelli) kaybetti. Bunun acısını üstünden bir
türlü atamadı. Her gün mezarına gidip ağlıyormuş…”derken, Atatürk sözünü keser:
“Evet,
haklısın çocuk! Zaten ben onu da düşündüğüm içindir ki, bu kararı verdim…Ne
yazık ki arkadaşımız yalnız kederli ve yorgun değil, aynı zamanda hastadır.”der.
Bellidir
ki, karar verilmiştir.
x x x
O uğursuz
gecenin hemen ertesi günü İstanbul’a dönmek zorundaydı. Önceden saptanan
programa göre İstanbul’da 20 Eylül günü 2. Tarih Kurultayı’nı açacaktı.
Başvekil İnönü de kurultaya katılacaktı. Böylece birlikte dönmeleri
kaçınılmazdı. Oysa İnönü’nün yüzünü görmeye henüz hazır değildi. Daha bir gece
önce konuşulanları bir türlü zihninden atamıyor, bakanların önünde düştüğü
durumu kişiliğine yediremiyordu.
İmza faslı bittikten sonra, içindeki sıkıntıyı dağıtmak için
kendini köşkün dışına attı. Arabanın hazırlanmasını istedi. Yanına eski
başyaverini, Cevat Abbas Gürer’i aldı ve Ankara’nın dışına, Keçiören
taraflarında dolaşmaya çıktı.
Hiç
konuşmuyordu. Başyaver Rusuhi Bey, Cevat
Abbas’la mimikle anlaşıyor, söze girmeye kimse cesaret edemiyordu. Açık hava
sanki iyi gelmiş, biraz rahatlamış gibiydi.
“Çubuk
Barajına!” dedi. Baraj havası daha da rahatlamasını sağladı. Kısa bir yürüyüş
yaptı, çabuk yoruldu. Barajdaki odasında bir süre dinlendi. Cevat Abbas’ı
çağırdı:
“Sor
bakalım, Meclis devam ediyor mu?” Neden Meclis’e gitmek istemişti? Bilmiyoruz. Köşkten
ayrılmazdan önce, Cevat Abbas’a bir gün önce olanları anlatmış, başvekiliyle mesai
arkadaşlığına bir ara vermeyi düşündüğünü söylemiş, bunun en münasip yolları
konusunda da bir iki yöntemden bahsetmişti ama şimdi birden bire Meclis’e
gitmeyi neden istemişti? Belli ki buna Baraj’da dinlenirken, aniden karar
vermişti. Öyle olmasa, Keçiören’de gezinip zaman öldüreceğine, vakitlice Meclis’e giderdi zaten.
Bu ani
karardan kuşkulanan Cevat Abbas, olan bitenin Meclis’te duyulup, bir
tatsızlığın çıkmasından kaygı duyarak, yalan söyledi:
“Meclis
dağılmış efendim!...”
Atatürk
Cevat Abbas’ın gözlerinin içine bakarak;
“Gidiyoruz!.”
Dedi. Arabaya bindiler. “Meclis’e!...”
Cevat Abbas
kıpkırmızı oldu. Onu ancak bir mucize kurtarabilirdi. Öyle de oldu.
Meclis o dakikalarda çalışmasını
sürdürüyordu ama dağılmak üzereydi. Meclis’e geldiklerinde ise milletvekillerinin
yarısı gitmişti. İyi ki de öyle olmuştu. Yoksa günün bütün siniri ondan
çıkabilirdi. Cevat Abbas derin bir soluk aldı.
Nyon
Anlaşması Meclis tarafından onaylanmıştı ama bu Meclis’ten birkaç kişi dışında
kimse, onayladıkları bu anlaşmanın devletin zirvesinde nasıl bir yara açtığını,
henüz bilmiyordu. Meclis’te fazla kalmadılar. Oradan Çiftliğe geçtiler.
Çiftlikte iyice sakinleşmişti. Aynı zamanda kararını da kesinleştirdi.
Özel
trenine Çiftlikten bindi. Bakanların önemli kısmı, Başbakanla birlikte trende,
Cumhurbaşkanına ait arka salonda bulunuyorlardı. Atatürk, İnönü’yü işaret ederek, ” bizi yalnız bırakın “
diye emretti. Salonu terk ettiler. Dün
geceden bu yana, Cumhurbaşkanı ile Başbakan ilk kez bir arada ve yüz
yüzeydiler.
x x x
Aradan 15 –
20 dakika geçmişti ki, Genel Sekreter’ini çağırttı: “Gel, gel! Meseleyi
hallettik. Otur da anlatayım:” İşte anlattıkları: “Eee…şimdi ne yapacağız!...”
diye söze başladım. İki eliyle yüzünü kapadı. Heyecanlanmıştı. “Çok mustaribim!”dedi.
“Bilmiyorum nasıl oldu !” “Âlem içinde olmasaydı…”dedim. Sonra da teskine
çalıştım:
“ Sâkin ol da meseleyi sükûnetle konuşup
halledelim. Görüyorum ki sen çok yorgun ve hatta hastasın. Uzun zaman
istirahata ihtiyacın var. Bu itibarla, mesai arkadaşlığımıza bir müddet ara
vermemiz uygun olacaktır.” Başı önünde dinliyordu.
“Şimdi
karar verelim, yerine kimi tavsiye edersin?”
“Sen kimi
emreder ve desteklersen, o muvaffak olur…”diye yanıtladı.
“Celâl Bey
uygun mudur?”
“Benim
üzerimde de olumlu etki bıraktı…”dedi.
“Yalnız!”
diye ekledi: “ Anayasaya göre yeni hükümetin bir hafta içinde programını okuyup
güven oyu alması lâzım. Oysa Meclis zaten olağanüstü toplandı ve bugün dağıldı.
İkinci bir olağanüstü toplantı içerde ve dışarıda çeşitli yakıştırmalara yol
açabilir. Bu noktayı da dikkate almak gerekir.”
“O halde
sen Meclis açılıncaya kadar resmî bir izin alırsın. Celâl Bey şimdilik vekâlet
eder. Meclis açılınca da icabı yapılır.”dedim. Mutabık kaldık.
“Haydi sofraya geçelim.”
“Beni mâzur
gör. Başım ağrıyor. Gidip yatacağım.”
Ve…İnönü
kompartımanına çekildi. Perde inmişti. Tarih:
18 Eylül 1937.
x
x x
Atatürk bunları
anlattıktan sonra, Genel Sekreteri’nin kulağını bükmeyi de ihmal etmez: “Beri bak! Bilirsin, bizde bilhassa
politikacılar arasında kökleşmiş çok
kötü bir huy vardır. Bir adam makamdan çekildi mi, derhal etrafı boşalır, en
yakın gibi görünen kimseler tarafından bile terk edilir…Bu sefer arkadaşlar
aksini yapmalı, bunun için de İnönü ile teması kesmemeleri, kendisini yalnız
bırakmamaları, hürmette asla kusur etmemeleri, hatta eskisinden fazla hürmet
etmeleri gereklidir. Bunu sağlamaya çalışmalıyız.”
.Bu
uyarısında bile, günümüze yönelik ne ince dersler var!...
x
x x
Beyaz Tren,
yakında tüm Türkiye’de bomba gibi patlayacak bir sırrı bir an önce İstanbul’a
ulaştırmak istercesine, Anadolu steplerinde hızla yoluna devam ediyordu.
Kompartımanına
giden İnönü’nün o geceyi nasıl geçirdiğini bilmiyoruz.
Kendisi de,
sorulmadıkça, bu konuyu anlatmaktan hiç hoşlanmadı.
Ama çok üzgün geçirdiği kuşkusuzdu. Kimbilir, belki de Polatlı’dan
geçerken alnını pencereye dayamış, Sincan Ovası’nın derinliklerinden gelen top
seslerini yeniden duyar gibi olmuştu. Zaten ağır işitmesi, bu top sesleri
yüzünden değil miydi?
Tren, İnönü
istasyonunda durmayacaktı elbette ama İnönü Ovası’ndan da geçmeyecek miydi? Porsuğun
bu kıyısından, Sakarya’nın öte yakasından, Bozöyüğün yamacından bir o yana, bir
bu yana eğile büküle, kıvrıla kıvrıla gecenin içinde süzülüp gitmeyecek miydi ?
Bileciği, Kütahya’yı, Eskişehir’i geçmeden
İstanbul’a ulaşılabilir miydi?
O, Batı
Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey’di.
Tüm bir
tarih tanıktı ki, bu coğrafyadaki kurtlar, kuşlar bile O’nun ismini bilirdi.
Ankara en
umutsuz, en karanlık günlerini yaşarken, İsmet Bey bu topraklarda yepyeni bir
tarih yazıyor, Ankara’ya gönderdiği telgraf, tüm Türkiye’ye yeniden umut ışığı
oluyordu:
Metris
Tepe’den 1 Nisan 1921
Genel
Kurmay Başkanlığı’na
Sabah saat
09.30’da Metris Tepe’den görülen vaziyet:
Gündüz Bey
kuzeyinde sabahtan beri direnen ve artçı olması muhtemel düşman müfrezesi, sağ
cenah grubunun taarruzu ile gayrimuntazam çekiliyor.
Kıtalarımız
yakından takip ediyor. Hamidiye yönünde
temas ve faaliyet yok.
Bozöyük yanıyor. Düşman, binlerce ölüleri ile doldurduğu
muharebe meydanını, muzaffer silahlarımıza terk etmiştir. Garp Cephesi Komutanı
İsmet
Ardından
tüm Türkiye bayram havasına bürünmüştü… Acaba kompartımanında bütün bunları mı
düşünmüştü? Pencereden dışarıya baktığında, karanlığın derinlerinde bir yerde
olan Bozöyük artık yanmıyordu ama İsmet’in yüreğinin derinlerinde bir yer de yanmıyor
muydu? Bir itilmişlik, kakılmışlık, haksızlığa uğramışlık duygusu?…
Evet, böyle
bir duygu yok muydu? Bilmiyoruz. Bu soru sorulduğunda;
“Canım, yirmi sene memleketin, hayatımızın en çetin maceralarını
beraber geçirmişiz, görüşmüşüz ve böyle bir ortak hayat yaşamız. Bu kadar
yakın, gece gündüz münasebette bulunan insanlar yirmi sene zarfında bin defa
kavga etmişlerdir. Her kavga yirmi dört saatten fazla sürmemiştir, devam
etmişizdir. Bu da o çeşit kavgalardan biridir, fakat ayrılmaya, aralık vermeye
neden olmuştur” diye yanıt verecektir.
Ama şunu
biliyoruz: Beyaz Tren’in gecenin sessizliğini yırtan gürültüsü bile, İnönü’nün şu ovayı rüzgâr gibi geçen süvarilerinin at
nallarını bastıramazdı. Bu bölgede geçilen her tepenin arkasında İsmet’in
topçusunun izi, aşılan her tepenin yamacında onun piyadesinin nefesi vardı. Yunanlı
Bursa üzerinden Eskişehir’e doğru harekete geçtiğinde, asker Gediz’deydi.
Ordular henüz kuruluş aşamasındaydılar. Kuvay-ı Seyyare denen milis güçlerle
sıkıntı yaşanıyordu. Çerkez Ethem isyan halindeydi. Askerin ayağında çarık bile
yoktu…ki, Yunanlının harekete geçtiği haberi geldi. Ne yapıp edip düşmanın önü kesilmeliydi.
Kütahya önlerine kim daha önce ulaşır, doğal siperlere yerleşirse, partiyi o
kazanacaktı. Buna karşılık asker üç günlük mesafedeydi.
İsmet
Mehmetçiği adeta koşturdu. Asker kırk sekiz saat sonra siperlerindeydi. Hem de
soluk soluğa.. Zafer Mehmetçiğin, ün İnönü’nün… Bu hakça bir paylaşımdı. Bunu
biliyoruz… Harp Tarihine giren en güzel kutlama mesajı ise, işte şu birkaç metre
ötede, Cumhurbaşkanı vagonundaki Mustafa Kemal’den gelmiştir:
İnönü
Muharebe Meydanı’nda, Metris Tepe’de,
Batı
Cephesi Kumandanı ve Genel Kurmay Başkanı İsmet Paşa’ya,
“Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü Meydan Muharebesi’nde
üstlendiğiniz kadar ağır bir görev üstlenmiş kumandanlar enderdir. Milletimizin
istikbal ve hayatı, dâhiyane idarenizin altında şerefle vazifelerini gören
kumanda ve silah arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine emniyetle istinat
ediyordu…
Siz orada yalnız düşmanı değil, Milletin makus (ters giden)
talihini de yendiniz… İşgal altındaki bahtsız topraklarımızla beraber bütün
vatan bugün en uzak noktalarına kadar zaferinizi kutluyor…Düşmanın işgal hırsı,
azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak hurdahaş oldu.
Nâmınızı tarihin iftihar kitâbesine kaydeden ve bütün
milleti hakkınızda ebedî minnet ve şükrana sevk eden büyük gazâ ve zaferinizi
tebrik ederim.”
Büyük
Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal
Evet! Daha
dün kadar yakın bir süre önce bunları yazan Mustafa Kemal, şimdi ona
“…mesai arkadaşlığımıza bir süre ara verelim…” diyordu.
Buna
üzülmemesi mümkün müydü? Üstelik bir
sinir anında, bütün bunlara kendisi yol açmıştı. Bunu biliyordu. Sabahı zor
etti.
x x x
Ertesi
sabah İstanbul’dadırlar. Trendekilerin dışında olayı bilen yoktur. Dolmabahçe’ye
geldiklerinde Atatürk önde, İnönü arkasında
merdivenlere doğru yürürlerken Afet İnan İnönü’ye yaklaşır, “…odanızı
hazırlattım Paşam…”der. Anında Atatürk’ün sesi duyulur; “İsmet Paşa Heybeli’de
kalacak!...” Paşa’nın bavulları ayrılır.
x
x x
İsmet Paşa
Heybeliada’ya gelir. Olanlardan Mevhibe’nin haberi henüz yoktur. İsmet Paşa da
bahsetmez. Uzun zamandır bir arada olmayan aile, şimdi birlikteliğin keyfini
çıkarmaktadır. O geceyi hasret gidererek, geçirirler. Ertesi gün 20 Eylül 1937.
Atatürk o gün Tarih Kurultayı’nı
açacaktır. Mevhibe Hanım Paşasının bu kurultaya katılmak için geldiğini
bilmektedir. Fakat İsmet Paşa’nın durgun hali Mevhibe’nin dikkatinden kaçmaz.
Onu hiç bu kadar isteksiz görmemiştir:
Dayanamaz,
sorar: “Kurultaya gitmeyecek misiniz Paşam?” “Gideceğim…”
Kadınlık önsezisi öne çıkmıştır. Kocasının ellerini şefkatle
tutar: “Paşam, neyiniz var?”
Başbakan elini karısının omuzuna kor, gözlerinin içine
bakar: “Hani ben sana hep söylerdim. Yorgunum, devam edemeyeceğim diye…işte, o oldu!”,
İsmet Paşa o gün kurultaya gitmez.
Atatürk 2. Tarih Kurultayı’nı açar ve çalışmaları izlemeye
başlar.
O günkü programı oldukça yüklüdür. Dolmabahçe Sarayı’nın bir
bölümünde Türkiye’de ilk Resim Galerisi’ni açar ve mânevi kızı dört yaşındaki
Ülkü’yü bu sanat etkinliğine götürür.
Arkasından kurultay nedeniyle Dolmabahçe Sarayı’nda
düzenlenen “Tarih Sergisi”nin açılışını yapar. Böylece çok yoğun bir gün
geçirir.
O gün İsmet Paşa ise, yıllardır tutmakta olduğu not
defterine şu notu düşecektir:
20 Eylül Pazartesi
Tarih kongresine gitmedim.
İzin isteyen tezkere. Başyaver ile Vedit’in mülakatı. Gece
ajanslar. Tezkereyi avdette imzalayacak. Tarihe ışık tutacak notları Not
Defterlerinde yaşamı boyunca yıl yıl
titizlikle tutan İsmet Paşa, bu kısacık notunda da, ilk gün kongreye (kurultaya)
gitmediğini, aynı gün ajansların kendisinin “sağlık nedenleriyle!...”izin
talebinde bulunup, bunun Atatürk tarafından uygun görüldüğü haberini
yayınladığını, aynı gün Atatürk’ün Başyaveri ile kendisinin Özel Kalem Müdürü
Vedit Bey’in bir görüşme yaptıklarını, gece ajansların gene bu konuyu
işlediğini, Atatürk’ün bu izin tezkeresini Ankara’ya döndüğünde imzalayacağını
bizlere aktarmış olmaktadır. Aynı gün Anadolu Ajansı şu resmî tebliği yayınlar:
“Başvekil
Malatya mebusu İsmet İnönü’ne, talep ve ricası üzerine, Reisicumhur Atatürk
tarafından bir buçuk ay mezuniyet verilmiş ve Başvekâlet vekâletine, İktisat
Vekili Celâl Bayar tayin edilmiştir.”
İktisat
Vekili Celâl Bayar’a da Atatürk tarafından aşağıdaki tezkere yazılmıştır:
“Başvekil
Malatya Mebusu İsmet İnönü şiddetli sürmenaj neticesi olarak, mutlak istirahat
şeklinde mezuniyete ihtiyaç hissetmekte olduğundan bahisle tedavisini bitirebilmek
üzere bir buçuk ay müddetle mezuniyet istemiş ve talebi uygun görülerek
Başvekâlet vekâletine sizin tayininiz muvafık görülmüştür. Keyfiyet BMM
Riyasetine ve kendisine de tebliğ edilmiştir.” Görüldüğü gibi Başvekil İsmet
İnönü sağlık nedeniyle izne ayrılmaktadır.
Öyle bir görüntü verilmek istenmiştir. Celâl Bayar O’na vekâlet etmektedir.
Dolayısıyla hükümette bir değişiklik söz konusu değildir
x x x
.Tarih Kongresi’nde ikinci gün ise bütün gözler,
Cumhurbaşkanlığı locasında Atatürk’le birlikte kurultay çalışmalarını izleyen
İnönü’nün üzerindedir. İnönü’nün sağlık nedeniyle izne ayrıldığı haberi
Türkiye’de olduğu kadar, yurt dışında da büyük şaşkınlık yaratmıştır. Zira
İnönü’nün böylesine acil bir sağlık sorunu olmadığını herkes bilmektedir.
O nedenle kimbilir
dünden beri sefaretler arasında nasıl bir kripto yarışı başlamıştır?
Aslında bunu kestirmek zor da değildir.
Yüzlerce merkezde yüzlerce uzman, bu olay üzerinde tahmin
yürütedursun, İsmet Paşa önündeki sehpada duran kongre davetiyesinin üzerine
kısa bir not yazıp, Atatürk’ün eline tutuşturuverir: 21 Eylül 1937
“II. Tarih Kurultayı Kürsüsü
Akşama benimle gelebilecek misin? Demek bana çok dargın
değilsin.
Hayır, her şeyi unuttum, bildiğin gibi, arkadaşım ve
kardeşimsin. K.Atatürk.
x
x x
Peki, ne
olmuştur da ilk gün Kurultay’a gitmeyen İnönü, ikinci gün toplantıya katılma gereğini duymuştur? Bunu
da Paşa’nın Not Defteri’nden okuyalım: 21
Eylül, Salı
Sabah Dr.
Refik, (Saydam demek istiyor), Kâzım Paşa (Özalp), Rana B. (Ali Rana Tarhan,
Gümrük ve İnhisarlar Bakanı), Maliye Bakanı (Fuat Ağralı).
Kâzım Pş.
Kongreye gitmemi tavsiye etti. Karar vermiştim.
Kongre için
Saray’a.
………
Atatürk öyle karşıladı.
Mükâleme ve temaslar;
………
Akşam Bay Celâl Bayar ile Heybeli’ye.
Belli ki Ankara’dan birlikte geldikleri ve kurultaya katılmakta
olan, şimdi de Bayar Kabinesi’nde yer alan bakanlar, kurultayın ikinci günü
sabah erkenden İnönü’yü ziyaret etmişler, bu ziyaret esnasında da Kâzım Paşa İnönü’yü kurultaya katılmaya ikna etmiştir.
( Burada bir parantez içinde belirtelim ki aynı Kâzım Paşa
ilerde Atatürk yataktan kalkamaz hale gelince, Atatürk’ü Dolmabahçe’de ziyaret
etmesi için İnönü’yü Ankara’da ikna edecek, son anda Dr.Refik Saydam’ın karşı
çıkmasıyla bu ziyaret gerçekleşemeyecektir.)
Gene nottan öğrendiğimize göre, o akşam Celâl Bayar İnönü’yü
Heybeli’de ziyaret etmiş, uzun uzun hükümet meselelerini görüşmüşlerdir.
x
x x
Bir buçuk
ay sonra İnönü’nün izin süresi sona erince, bu kez 25 Ekim1937 günü aşağıdaki
ikinci resmî tebliğ yayınlanacaktır: “Malatya mebusu İsmet İnönü bu ayın
25.inci günü Başvekâletten istifasını vermiştir. Reisicumhur Atatürk, İzmir
mebusu Celâl Bayar’ı Başvekâlete tayin
ve Kabineyi teşkile memur etmiştir. Reisicumhur, aynı günde arz olunan İcra
Vekilleri Heyeti’ni (Bakanlar Kurulu’nu) tasdik buyurmuşlardır. Keyfiyet BMM’ne
yazılmıştır…İsmet İnönü Parti Umumi Reisliği Vekilliğinden de istifa etmiş ve
bu vazife Başvekil Celâl Bayar’a tevdi olunmuştur.”
Atatürk,
kurucusu olduğu CHP’nin Genel Başkanı’dır. Ancak, aynı zamanda Cumhurbaşkanı
olduğu, o nedenle de aynı anda parti genel başkanlığını da yürütemeyeceği, zira
tarafsız olması gerektiği için, Başvekil, CHP Genel Başkanlığını da Atatürk’e “vekâleten” yürütmektedir. Şimdi artık
başvekil Bayar olduğuna göre, bu değişikliğin de yapılması zorunlu olmuştur.
x
x x
Artık Celâl Bayar asaleten Başbakandır ve büyük bir incelik
yapmış, İnönü Hükümetini aşağı yukarı aynen korumuştur. Buna göre:
Başbakan : Mahmut Celâl Bayar İzmir Mv.
Adliye : Şükrü Saraçoğlu İzmir
Millî
Müdafaa: Kâzım Özalp
Dahiliye : Şükrü Kaya Muğla
Hariciye : Tevfik Rüştü Aras İzmir
Maliye : Fuat Ağralı Elazığ
Maarif : Saffet Arıkan Erzincan
Nafıa : Ali Çetinkaya Afyonkarahisar
İktisat : Şakir Kesebir Tekirdağ
Tarım
(vek.) : Şakir Kesebir Tekirdağ
Sağlık : Dr. Hulusi Alataş Aydın
Gümrük : Rana Tarhan İstanbul
Başbakan
Bayar’ın boşalttığı İktisat Bakanlığını Tarım Bakanı Şakir Kesebir
üstlenmiştir. Kesebir, Tarım Bakanlığını da vekâleten yürütecektir.
Böylece
İnönü Dönemi sona ermiş, Bayar dönemi başlamıştır.
Celâl Bayar’ın hazırladığı ilk listede Sağlık Bakanı Dr.
Refik Saydam’dır. Ancak,
Dr. Saydam Atatürk’ün bu tasarrufuna açıkça tavır koymuş ve
görevi reddederek istifa etmiştir. Atatürk bunu duyduğunda çok üzülecektir.
Samsun’a çıktığı ilk günden beri beraber olduğu bir arkadaşından ayrılmak ona
dokunmuştur.
Dr. Saydam
bekârdır. Aralıksız 13 senedir Sağlık Bakanıdır ve çok önemli hizmetler yapmış,
Atatürk’ün büyük ölçüde sevgisini kazanmıştır. Cumhurbaşkanlığı bahçesi içinde,
Atatürk’ün yaptırıp kendisine hediye ettiği bir köşkte oturmaktadır.
Sağlık Bakanlığından
istifasını takiben, ziyaretine giden
Soyak, “…bundan böyle meşguliyetiniz azalacağına göre daha sık görüşeceğimizi
umarım” deyince, “…Maalesef Hasan Rıza, komşuluğumuz devam edemiyecektir; çünkü
ben bu evin ağır masrafını artık karşılayamam, gelirim buna müsait değildir.
Her gün şehre inip çıkmak için hususi vasıtam da yoktur. O nedenle burayı
kiraya verip Anadolu Kulübü’nde bir
odaya nakletmeyi düşünüyorum. Oraya gelirsin, görüşürüz.”der.
Soyak bu
durumu Atatürk’e anlatır. Atatürk üzülür. Talimatını verir:
“İş
Bankası’na yaz. Benim hesabımdan İsmet Paşa’ya her ay ödenmekte olan 2000 lira,
yarından itibaren her ay 3000 lira olarak ödensin. Dr. Saydam’a da aynı
hesaptan ayda 500 lira ödensin. İsmet Paşa’nın vasıtası temin edilmiştir.
Köşkün otomobillerinden birini de Saydam’a tahsis edin. Kimsenin yaşantısında
bir değişiklik olsun istemem…”
Atatürk
yıllardır İsmet Paşa’ya her ay kendi
özel hesabından 2000 lira yardım yapmaktadır. Şimdi bu rakamı 3000 liraya
çıkarmaktadır.
( Burada
bir parantez açmak lâzım: İlerde, hazırlayacağı vasiyetinde İnönü’nün
çocuklarına yurt dışı eğitimleri için katkıda bulunulmasını istediği zaman,
“İnönü’nün öldüğünü sanıyordu da (hatta, İnönü’yü öldürttü de ) vicdanı
rahatsız olduğu için çocuklara vasiyette yer verdi” diyen akıl fukaraları,
acaba yukarıdaki bu yardımdan haberdar mıdırlar? )
Bu yardım
konusu gündeme geldiğinde, Hasan Rıza,
anlamlı, biraz da şaşkın bir ifadeyle Atatürk’ün yüzüne bakınca:
“Bakışlarınla
ne demek istediğini anlıyorum!” der. “Ama İsmet Paşa’nın parası yoktur.
Milletvekili maaşıyla geçinemez, sıkıntıya düşer. Zengin bir kardeşi var (Rıza
Temelli) ama, hayırsız. Paşa’ya yardım etmez. Dolayısıyla sen benim dediğimi
yap!...”
x
x x
Bir
zamanlar bu ülkede bir Cumhurbaşkanı, Başbakanının cebinde para var mı, yok
mu bilirmiş...O devirler ne güzel
devirlermiş!... Sizce de öyle değil mi?
x
x x
Böylece Tarih Kurultayı’nı açmak üzere İstanbul’a gelmiş
olan Atatürk 3 Ekim’e kadar İstanbul’da kalır ve o gün Ertuğrul Yatı’yla
Yalova’ya gelir. Saat 19.00’da da Derince’den trenle Ankara’ya hareket eder. İnönü’ler
ise daha önceden Ankara’ya dönmüşlerdi. Çocukların okulları açılmak üzereydi. 22
Eylül 1937 Çarşamba günü Heybeliada’da vapura binerlerken İsmet Paşa’nın eski
arkadaşı İrfan Ferit Bey ağlıyordu.
Haydarpaşa’da istasyon tenhaydı. Uğurlamaya gelenler
arasında akrabalar dışında bir tek Kâzım Özalp Paşa’nın eşi görülüyordu. Bu cesareti bir tek o gösterebilmişti.
Mevhibe ister istemez eski günleri hatırladı. Bu istasyonda ne görkemli
karşılamalara uğurlamalara tanık olmuştu!.. Şimdi ise ne Vali vardı, ne de Bakan eşleri.
Bundan önemli bir sonuç çıkardı: İsmet Paşa’sının arkasında
dimdik ve sağlam duracaktı. Paşa’nın onun desteğine şimdi her zamankinden daha
çok ihtiyacı vardı.
Öyle de yaptı. Hem de yaşamı boyunca…
x
x x
Atatürk 4 Ekim’de Ankara’ya gelir ve istasyonda Bayar ve
İnönü tarafından karşılanır.
Ertesi gün Ankara’da bulunan Irak Dışişleri Bakanı Tevfik Essuveydi’yi
Çankaya’da kabul eder. İstanbul’dan bir gün önce gelişinin sebebi de bu
kabüldür. Zira Atatürk Doğu ülkeleriyle bu yakın ilişkilere büyük önem
vermektedir. Bunun önemli bir sonucu olarak da, daha birkaç ay önce 4 Temmuz
1937 tarihinde Sâdâbad Paktı’ni imzalamıştır.
İran’ın başkenti Tahran’ın Sâdâbad Sarayı’nda imzalandığı
için bu adla anılan bu paktın kurucusu Atatürk’tür. Tıpkı 9 Şubat 1934’te Atina’da imzalanan Balkan
Paktı’nın da kurucusu olduğu gibi.
x
x x
1937’nin ikinci yarısından itibaren, durup dururken gelen
burun kanamalarının nedenini çözememişlerdi. Ayrıca kaşıntıları başlamıştı.. Evet
hastaydı. Evet çabuk yoruluyordu. Evet iştahsızdı, sürekli zayıflıyordu. Ama o,
Atatürk’tü. Hizmete doymuyor, hiçbir mazeretin arkasına sığınmıyordu. Hastalık
bile onun bu azmini frenleyemiyordu. Bilinen temposuyla her gün Anadolu’nun bir
başka yöresindeydi.
Daha dört gün önce, Derince üzerinden Ankara’ya gelmişti. Şimdi
Aydın’a gidiyordu.
Nazilli Basma Fabrikası’nı açmaya. Tarih: 8 Ekim 1937
Ertesi gün bu fabrikayı hizmete açmıştı. (9 Ekim).
İleri yıllarda kimi aydın geçinenlerce bu tür fabrikaları
açmış olması alaya alınacak, devletçiliği eleştirmek için, adeta bir koz olarak
kullanılacaktır. “Canım, devlet bez fabrikasıyla mı uğraşır. Hele ‘özel
teşebbüs’ varken” diyerek. Sanki o dönemde, böyle bir fabrikayı açacak bir sermaye
adamı vardı da, devlet elini kolunu tutuyor, engel oluyordu!..
Aynı gün Nazilli’den Söke’ye hareket etti. Askerî manevraları
izlemek üzere.
Ertesi gün tatbikat alanındaydı. Tarih: 10 Ekim
Önce Söke bölgesindeki tatbikatı izledi, arkasından Kuşadası
yoluyla Çamlık’a geldi ve buradaki tatbikatı da izledi.
Manevralar devam ediyordu, O da izlemeye devam etti.
Arkasından komutanlarla görüştü ve onlarla birlikte genel durum değerlendirmesi
yaptı. (11 Ekim).
Sonuçlardan son derecede memnundu. Bütün bu tatbikatlar
boyunca yanındaki “onur konuğu” İsmet Paşa’ydı. İsmet Paşa o tarihte devletin
resmî Başbakanıydı ve izin durumu devam ediyordu.
x x x
Ertesi gün, “Ege Manevraları” olarak anılan bu tatbikatlar
nedeniyle, Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ile Tatbikat Komutanı
Orgeneral İzzettin Çalışlar’ı kabul etti ve onları kutladı. Sonuçlardan
gerçekten mutlu olmuştu. Aydın’a döndü ve İsmet Paşa ile birlikte Ankara’ya
trenle hareket etti. Tarih: 12 Ekim.
İyi ama, hastalığını bir yana bırakın, o yaştaki normal bir
insanın dayanabileceği bir tempo mudur bu?. Ondaki “görev sorumluluğu
bilincini” yakından bilmeyenler, bu soruya yanıt veremezler. Dönüş esnasında ve
sohbet ortamında not ettirdiği şu görüşler ne kadar değerlidir!: “…Büyük
devletler arasındaki mücadele, gerginlik, düşmanlık o haldedir ki, bunların
arasında bulunarak bir badireye karışmak ihtimali vardır. Bu ihtimale karşı
ise, son derecede dikkatli, tedbirli ve soğukkanlı bulunarak, postu kurtarmaya
çalışmak vaziyetindeyiz…”
Bu konuşma esnasında yanı başında bulunan İsmet Paşa bu
öğüdü sıkı sıkı tutacak ve tüm baskılara rağmen Türkiye’yi 2.nci Dünya Savaşı’na sokmayacaktır.
“Milletin erkekliğini öldürdü!...” eleştirilerine rağmen. Zira
İnönü Atatürk’ün Rahle-i Tedrisi’nden geçmişti. Tarih Kurultayı’nın ikinci günü
katıldığı toplantı esnasında bir ara Atatürk’e “Beni sevmediğin devirde de
‘verdiğim emek boş imiş’ dedirtmeyeceğim sana” der.
Atatürk anlamaz. Not defterine şöyle yazar: “İsmet’e
verdiğim emekler boş imiş dedirtmeyeceğim. Söylemek istediğim buydu.” Ertesi
gün, 13 Ekim 1937, Atatürk ve İnönü birlikte Ankara’ya gelirler. 19 Ekim günü
Yunan Başbakanı Metaxas’ı, Çankaya’da kabul eder ve Balkan devletleri
arasındaki ilişkilerin nasıl bir seyir izlemesi gerektiğini uzun uzun anlatır.
Bunun dünya barışı için de ne denli önemli olduğunu vurgular.
24 Ekim’de de İran Dışişleri Bakanı Samî’yi kabul eder ve
onunla da Sâdâbad Paktı çerçevesinde
görüşür. 28 Ekim’de Romanya Başbakanı
Georges Tataresco’yu kabul etmiştir.
Bir hafta içinde üç ülkenin bu denli üst düzey
yöneticileriyle yaptığı görüşmeler, elbette ayak sesleri giderek yaklaşan 2:
Dünya Savaşı karşısında takınılması gereken tutuma yöneliktir. Her ülke O’na
gelip danışmakta, görüşüne başvurmaktadır. Atatürk’ün karizmasına, Türkiye’nin
prestijine bakar mısınız?
x
x x
25 Ekim’de İsmet Paşa başbakanlıktan planlandığı ve
beklendiği gibi istifa eder.
Celâl Bayar hükümeti kurar ve ilk toplantıya Atatürk
başkanlık eder. Ve 29 Ekim.
Cumhuriyet’in kuruluşunun bu 14.yıldönümünde en önemli olay,
Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Ponso’ya resmî kabulde ve herkesin duyabileceği
bir ses tonuyla söyledikleridir:
“…Ben toprak büyütme dileklisi değilim; barış bozma
alışkanlığım yoktur; ancak antlaşmaya dayanan hakkımızın isteyicisiyim. Onu
almasam edemem. Büyük Millet Meclisi’nin kürsüsünden milletime söz verdim:
Hatay’ı alacağım. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getiremezsem
onun huzuruna çıkamam, yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim,
yenilemem; yenilirsem bir dakika yaşayamam.”
Dediğini aynen yapacak ve Hatay’ı yağdan kıl çeker gibi
Fransa’nın elinden çekip alacaktır.
x
x x
Öte yandan bu Fransız Büyükelçisi Paris’e gönderdiği raporda
Atatürk için; “Zihnî ve fizikî bir çöküntü içinde. Ondan her türlü şaşırtıcı
bir davranış beklenebilir!” diyecektir.
x
x x
Kasım 1937’ye böylesi yoğun bir çalışma temposunda girer.
1 Kasım 1937’de TBMM’nin
V. Dönem, III. Toplantı Yılını açar.
Açış konuşmasında değindiği konular bugünün de güncel
konularıdır:
“Milletimizin lâyık olduğu yüksek uygarlık ve refah
seviyesine varmasını alıkoyabilecek hiçbir engel düşünmeye yer bırakılmadığını
ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım…” Bunu Meclis’e hitaben
söylüyordu. Bugün aynı Meclis’e kadın milletvekillerinin başlarını nasıl
örterek girebileceğinin hesaplarıyla meşgulüz. Artık refah ve yüksek uygarlık
düzeyine ulaşmak gibi sorunumuz kalmamış olmalı ki, ilgi alanlarımız bu kadar
değişti!...
Aynı günkü konuşmasında bir bölüm vardı ki, adeta bir
vasiyet niteliğindeydi:
“Efendiler! Topraksız çiftçiyi topraklandırma kanununu
çıkartınız. Size yakarıyorum…”
Evet, kürsüden milletvekillerine yalvarıyordu. Çünkü o bir
diktatör değildi, elinde bir başka güç yoktu. Toprak reformunun bu ülke için ne
denli yaşamsal önemde olduğunu vurgulamaya çalışıyordu.
Bu yasayı çıkarmadılar. Çünkü milletvekillerinin çoğu zaten toprak
ağasıydı. O feodal yapıyı kıramadı, kırdırmadılar. Bugünkü sıkıntılarımıza bakalım, iz düşümünü o
günlerde görürüz.
12 Kasım günü Başbakan Celâl Bayar, İçişleri Bakanı Şükrü
Kaya, Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya, manevi kızı Sabiha Gökçen,
milletvekillerinden Ali Kılıç, Recep Peker, Salih Bozok, Cevat Abbas Gürer, Dr.
Ömer İrdelp, Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak, Başyâver Celal Üner, , Muhafız
Komutanı İsmail Hakkı Tekçe ve diğerleri olduğu halde, trenle binlerce
kilometre sürecek olan Doğu seyahatine çıktı. Doktorların karşı çıkmalarına
rağmen.
Ertesi gün, 13 Kasım, saat 09.40’te Sivas’taydı. Sivas Valisi Nazmi
Toker’in başkanlığında bir heyet tarafından karşılandı. Ayağının tozuyla
Halkevine, arkasından da Sivas
Kongresi’ni topladığı Sivas Lisesi’ne gitti, çevresindekilere o günleri
anlattı.
Daha sonra Sivas’ta yapılan Cer Atölyesi inşaatını gezdi ve
saat 11.10’da trenle Malatya’ya hareket etti. Ertesi gün saat 13.00’te
Malatya’ya geldi. Tarih: 14 Kasım 1937, Pazar.
Vali İbrahim Ethem Akıncı, Belediye Başkanı , Malatya
Milletvekilleri ve kalabalık bir halk topluluğu tarafından, top atışlarıyla ve
coşkuyla karşılandı.
Doğruca Malatya Bez Fabrikası’nın inşaatına gitti ve
yetkililerden bilgi aldı. Oradan Memleket Hastanesi inşaatına gitti. Daha sonra
Malatya Lisesi’ni ve Halkevi’ni ziyaret
etti, faaliyetler hakkında bilgi aldı.
Halkevleri’ne büyük
önem veriyor, onları ülkenin aydınlık insanını yetiştirecek irfan yuvaları
olarak görüyordu. Şimdi Halkevleri’nin yerini Nur Evleri, Işık Evleri aldı.
“Neden bu haldeyiz ?” diye yakınmaya hakkımız var mı?
Aynı gün saat 14.00’de, Diyarbakır’a hareket etti.
Ertesi gün saat 18.00’de, Diyarbakır’daydı. Tarih: 15 Kasım
1937, Pazartesi.
Vali Mithat Altıok ve yetkililer, olağanüstü bir kalabalığın
eşliğinde “Fahrî Hemşerileri”ni karşılamışlardı. Kısa bir yemek arasından sonra
Halkevi’ne gittiler. Buradaki konser salonunda mükemmel bir konser dinlediler.
Halkevi’nden sonra Ordu Evi’ni ziyaret etti. Daha sonra da Vali Konağı’nda
nihayet dinlenmeye çekilebildi.
Ertesi sabah Diyarbakır’ı gezdi. (16 Kasım, Salı) Vilayette Bölge
Valileriyle bir toplantı yaptı, arkasından kurulmasına çok önem verdiği
Diyarbakır Üniversitesi için tahsis edilen arsayı gezdi, bilgi aldı. Buradan
Kolordu’ya geçti. Sokağa çıktı, bir süre halkın arasında yürüdü. Kendisine
armağan edilen köşkte bir saat kadar dinlendi. Havaalanı olarak ayrılan yeri
inceledi. Diyarbakır-Irak-İran demiryolları inşaatı temel atma törenlerine
katıldı. Saat 17.00’de Vilayetteki Çay Partisi’ndeydi ve saat 18.00’de Elazığa
doğru yola çıktı.
Geceyarısı Elazığ’a gelmişti.(16 Kasım). İstasyondan şehre kadar yollara halılar
serilmişti.
Vali Şefik Bicioğlu, Belediye Başkanı Hürrem Müftügil, Genel
Müfettiş General Abdullah Akdoğan ve kalabalık bir karşılayıcılar grubuyla
birlikte şehre girdi.
Ertesi gün, 17 Kasım, Çarşamba, Genel Müfettişlikte kentin
sorunlarını dinledi. Buradan Tunceli’ne bağlı Pertek ilçesine gitti. Burada
Murat Suyu’nu geçerek, Hozat Deresi üzerinde yapılan Soyungeç Köprüsü’ne geldi.
Yeni yapılan bu köprüyü açtıktan sonra;
“Daha önceleri soyunup suya girdikten sonra geçilen ırmak,
şimdi buna lüzum görülmeden sinerek geçiliyor. Köprüye bundan böyle ‘Singeç’
diyelim “ dedi.
Daha sonra Pertek’e geldi, gençlerle sohbet etti, Halk
Evi’ni ziyaret etti. Gençlerin yüzündeki “şark çıbanı” denilen yaralarla
ilgilendi, hükümet tabibinden, bu yaraya yol açan sinekler hakkında bilgi aldı,
bunlarla mücadele için yetkililere talimatlar verdi.
Saat 19.00’da Elazığ’a döndü. Halkevi’ndeki geceye katıldı.
Vakit gece yarısını geçiyordu ki, Atatürk’ün sesi duyuldu:
“Yürüyelim Arkadaşlar!...”
Hep birlikte sokağa çıktılar ve istasyona kadar marş
söyleyerek yürüdüler.
Tıpkı Kurtuluş günlerinde, Havza yollarında olduğu gibi. Elazığ
inliyordu:
“Dağ başını duman almış…”
Malatya-Fevzipaşa
üzerinden Adana’ya doğru tekrar yola çıktı. 18 Kasım’da Adana’ya geldi.
Bu sekizinci gelişiydi. Vakit bir hayli geçti. Temaslarına ertesi gün başladı.
(19 Kasım 1937).
Önce kendi adıyla anılan parka gitti. Parkta yeni dikilen
Atatürk anıtının açılışını yaptı. Burada Hatay’dan gelen iki genç kız çocuğu çiçek
verirken Hatay’ı da kurtarmasını istediler. Onun da bir gün mutlaka gerçekleşeceğini
söyledi. Zira yıllar önce belirttiği gibi, “Kırk asırlık Türk Yurdu düşman
elinde esir kalamaz”dı. Daha sonra Kız
Enstitüsü’nü ziyaret etti ve Tarih dersini izledi. Arkasından Milli Mensucat
Fabrikasını gezdi. Saat 13.00’te Mersin’e hareket etti. Mersin’de birkaç saat
dinlendi. Akşam saat 17.00’de Konya’ya doğru yola çıktı.
20 Kasım günü sabah saat 05.20 sularında Konya’ya geldi. Bu,
Konya’ya son gelişidir. Konya Valisi
Cemal Bardakçı, Belediye Başkanı Şevki Ergun ve diğer yetkililerle istasyonda
kısa bir görüşme yaptıktan sonra yoluna devam etti ve aynı gün saat 13.00’te
Afyon’a geldi.
Afyona on ikinci ve son gelişiydi. Adeta bütün bu illeri son
olarak ziyaret etmekte ve vedalaşmaktadır.
Belediye Parkındaki Zafer Anıtını, arkasından da Belediye’yi ziyaret eder. Saat 14.00’de Gara
gelerek, Ankara’ya doğru yola çıkar. Ankara’ya gelir gelmez, ayağının
tozuyla Bakanlar Kurulunu toplar ve
yönetir. Toplantılar ertesi gün de devameder.. (21-22 Kasım,1937).
x
x x
Yoruldunuz. Eminim okurken yoruldunuz. Ben de yazarken
yoruldum çünkü.
Mümkün olduğu kadar kısa tutma çabalarıma rağmen, ancak bu
şekilde özetleyebildim.
Çalışma azmine, yurt sevgisine, görev bilincine lütfen bakar
mısınız?..
12 Kasım 1937’de yola çıkıyor, 21 Kasım’da dönüyor ve bu
süre içinde ziyaret ettiği yerler ; Sivas – Çetinkaya – Malatya – Diyarbakır –
Elazığ – Pertek (Tunceli) – Adana –
Mersin – Konya – Afyon – Eskişehir – Ankara…
Bu kadar il, ilçe, belde, yöre dolaşıyor. Bilgi alıyor,
bilgi veriyor; kızıyor, seviniyor; fabrikalar, tesisler açıyor…Askerî
tatbikatlar yönetiyor. ..
Ankara’ya döner dönmez de iki gün süreyle yeni hükümete
başkanlık yapıyor.
Bu tempoyu da herkes seyrediyor. Seyrediyor, çünkü kimseye
söz hakkı vermiyor.
Sebep: Hatay. Kafasındaki bu tek takıntıyı çözmeden
dinlenmeyi kendine hak görmüyor.
Hele hastane tedavisine tümden karşı çıkıyor: “Demek ki,
hastane tedavisini gerektirecek kadar hastaymış ha!…İşte bu İyi haber!...”
dedirtmemek, düşmanı sevindirmemek için, tedaviye yanaşmıyor. Avrupa
basını,“felç inmiş ayağa kalkamıyormuş, ağır hastaymış” türünden yayınlar yaptıkça,
O da inadına bu seyahatleri yapıyor, açılıştan açılışa, bir
askerî tatbikattan diğerine koşup duruyor. Gerçekten de hasta olmasına rağmen...
Öylesine ki; 28
Nisan 1937 saat:18.15,
30
Nisan 1937 saat: sabahleyin,
04
Mayıs 1937 saat: 16.45
06
Mayıs 1937 saat: 18.30
10
Mayıs 1937 saat: 17.30
12
Mayıs 1937 saat: 18.30,
Atatürk Ankara Numune Hastanesi’ndedir. Burun kanamalarına
çare aramaktadır.
Bunun Ankara’daki dost-düşman o kadar sayıda büyükelçiliğin
dikkatinden kaçması mümkün mü? Bunu her defasında “…hasta
ziyaretindeydi!...”diye geçiştirmek inandırıcı olur mu?
Sefaretler de doğal olarak gördüklerini, duyduklarını rapor ediyorlardı. Yalnız bunu yaparken,
abartıyorlardı. Bunların da başında Suriye geliyordu.
Fransa 1936 yılından itibaren Suriye’den çekileceğini ilân
etmişti. O zaman “İskenderun Sancağı”nın durumu ne olacaktı? Atatürk 20 Ekim
1921 Ankara Anlaşması’nın gereğinin yapılmasını istedi. Suriye, “Osmanlı
zamanında İskenderun ve Antakya’nın il merkezi Halep’ti. Şimdi Halep Suriye’de
kaldığına göre, İskenderun Sancağı da Suriye’ye bağlanmalıdır!...”diye diretti.
Atatürk, “…bana çizmelerimi giydirmeyin!...” diye yanıtladı.
Suriye, bu nedenle zaman zaman ortaya attığı abartılı
haberlerle, Fransız kamuoyunda kendisine taraftar sağlamaya çalışırken, bir
ara” Atatürk ölmüş!...”haberini bile yaydı.
Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak yurt dışındaydı, haberi
doğru sandı, yüreğine iniyordu.
Sonra bir de baktı ki
gazetede Atatürk aslan gibi, Dolmabahçe’nin merdivenlerinden iniyor!...
Bir başka gün “Atatürk’e felç inmiş” haberini yaydılar. Atatürk
ayağına mayosunu geçirdi ve gazetecilere poz verdi: “Hem çizmemi giyerim, hem
denizde yüzerim…”der gibi.
İşte bütün bu maskaralıklarla da uğraşıyor olduğu için, Atatürk
tedaviyi reddetti.
Yeni yılın ilk günü, alnını dayadığı köşkün penceresinden
bomboş ve yorgun gözlerle Ankara’yı seyrederken, Atatürk işte bütün bunları
düşünmektedir.
İnönü’ye yazdığı bir mektup, onu nerelere götürmüştür.
Yeniden
yatağına uzanır. Bu kez kaşıntılar rahat vermez. Sol dizinden kasıklarına kadar
bacaklarını kanatırcasına kaşırken…olanlar olur: Yatak aniden kan içinde kalır.
Gene burun kanamaları başlamıştır. Banyoya koşar, lavaboya zor yetişir. Bu
kanamalar bir süredir devam ettiği için, artık deneyimlidir: Banyodaki ecza dolabından tamponu alır burnuna
tıkar, sırt üstü yatağına uzanır… 1938
yılına işte böyle girer.
x
x x
Yatak
çarşafının kan içinde olduğunu gören hizmetliler durumu Genel Sekretere
bildirmişlerdi. Soyak, doktorların yeniden görmesine izin vermesi için ısrar
etti. Nihayet ikna oldu: “Peki! Gelsinler” O günden sonra Ordinaryüs Profesör
Doktor Neşet Ömer İrdelp; Kulak, Burun,
Boğaz Uzmanı Dr. Ziya Naki Yaltırım,
Sağlık Bakanları Dr. Refik Saydam ve halefi Dr. Hulusi Alataş, Sağlık Bakanlığı
Müsteşarı Dr. Asım İsmail Arar sık sık köşkte görünmeye başladılar. Ama ne
yazık ki sağlığına hiç önem vermiyor, önerileri
ciddiye almıyordu. Kesin bir teşhis için zorunlu olan laboratuar tetkiklerini katiyen
kolaylaştırmıyordu. Prof. İrdelp’in ısrarla istediği 24 saatlik idrarını
toplatıp bir türlü vermedi.
Bunu da zorla alamazlardı ki… Böyle de olunca, Prof. İrdelp’in çaresizlik ve üzüntü içinde geçen çabaları
sonuç vermiyor, asıl sorunun iç organlardan gelip gelmediği konusuna ciddi
olarak eğilmek mümkün olmuyordu. Bu durumdan da doktorları sorumlu tutmak insafsızlık
olurdu. Dr. Ziya Naki Yaltırım’ın her
kanama sonrasında uyguladığı “cauterisation” yöntemiyle kanamayı durdurma
çabaları ancak kısa süreli sonuçlar veriyordu. Bir süre sonra kanamalar yeniden
başlıyordu.
Bir öneri
üzerine Ankara Numune Hastanesi’nin Kulak Burun Boğaz (KBB) uzmanı Prof.
Max Mayer de Köşk’e davet edildi. Prof.
Mayer uzun uzun muayene ettikten ve o güne kadar yapılan tedavi yöntemlerini
inceledikten sonra bir dizi önerilerde bulundu ama, onların tatbikinden de bir
sonuç alınamadı.
Talep hangi
doktordan gelmişti bilmiyoruz , fakat o günlerde ilk kez yurt dışından ilaç istendiğini
biliyoruz: “Vaccin
Enterococcique stop elli dört rue
Faubourg Saint Honore stop Doktor Cuny mamülatı stop yirmi beş kutunun âcilen
gönderilmesini saygılarımla dilerim.-Süreyya Anderiman.” Tarih: 4 Ocak 1938
Süreyya
Anderiman Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem
Müdürüydü ve bu telgrafı Paris Büyükelçimiz Suat Davaz’a çekmekteydi.
İstenenler aşıydı, bol miktarda ve acil olarak talep ediliyordu. Belli ki bu
burun kanamaları meselesine nihayet eğilmişlerdi.
Büyükelçi
Suat Davaz ilaçları hemen temin etti ve
Ankara’ya tez elden yollattı. Arkasından da faturalarını gönderdi. İlaçların
bedeli 740.65 Frank, posta masrafı ise, 246 Frank tutmuştu. Bu kez
Cumhurbaşkanlığı Başyaveri Celal Öner’in Paris’ten ilaç talebinde bulunduğunu
görüyoruz: Tarih: 24 Ocak 1938
Acilen gönderilmesi gereken ilaçlar şunlardı: Üç kutu
Chophytol; üç kutu hepascol; küçük şişelerde bir sandık Vichy celestin,; küçük
şişelerde bir sandık Vichy grande grille; üç şişe Elisor Boldo Verne; üç şişe
Solution Detisch. Telgraf Kaplıcalardan yani Yalova’dan çekilmişti. Büyükelçi
Suat Davaz bu ilaç ve maden sularını da
acilen gönderdi ve 4 Şubat’ta da faturalarını yolladı. Buna göre: İlaç ve maden
sularının bedeli 483.60 F ,
gönderim bedeli de 1857 F
tutmuştu.
Atatürk’ün perhize başladığı anlaşılıyordu ama, hastalığının
ne boyutta olduğu konusunda Türk Büyükelçisi’nin bile bir bilgisi yoktu. Peki
bu kaplıca da nereden çıktı? Şimdi o meseleyi aralayalım: Kaplıca sularının
yararlı olabileceği hatta bu kaşıntılarına belki de çare olacağı düşünüldü. 20
Ocak 1938 günü Yalova’ya gitmek üzere Ankara’dan trenle hareket etti. Ertesi
gün İzmit üzerinden Derince’ye geldi, Akay Vapuruyla Yalova’da henüz açılan
Termal Otel’in açılışına katıldı ve ilk konuğu oldu. (21 Ocak 1938).
Ertesi gün bazı şikâyetleri ve kendi talebi üzerine Prof.
Dr. Nihat Reşat Belger tarafından muayene edildi. Bu muayenede Prof Belger kesin teşhisini
koydu: Siroz başlangıcı.
Soruyu Atatürk sordu:
“Doktor, kaşıntıların sebebini buldunuz mu?”
“Evet efendim. Bu kaşıntının yemek ve özellikle içmekle
ilgisi var…”
“Buna emin misiniz?”
“Efendim, kanaatim o kadar kesindir ki, bu teşhisimin
isabetinde şüphenin gölgesi bile yoktur. Karaciğeriniz büyümüş ve biraz
sertleşmiştir. İşte kaşıntının sebebi bu karaciğer rahatsızlığıdır.”
Doktorun bu açıklamaları Atatürk üzerinde bir sürpriz etkisi
yapmıştır. Nasıl yapmasın ki, bu esnada Ankara’dakiler sorunun kaynağı olarak
karıncaları görmüşler, onlar için bir imha planı hazırlamışlar ve bunu
uygulayabilmek için de Yavuz zırhlısından bir uzman ekip getirtmişler, Köşkü
ilaçlamakla meşguldürler!... İster komedi deyin, ister trajedi…Gerçek budur.
Atatürk, bunun üzerine sorar: “Şimdi ne yapacağız?”
Önce ilk yapılan, bu teşhisin doğru olup olmadığını kontrol
etmek olur. Atatürk’ün daimi doktoru Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp Ankara’dan
çağrılır. Hem de Prof. Belger’e haber verilmeden. Prof. İrdelp hastayı muayene
eder. Tarih: 23 Ocak 1938.
Evet, teşhis
doğrudur. Üstelik bu Dr. İrdelp Atatürk’ü altı ay kadar önce de muayene etmiş, ama o zaman hiçbir
bulguya rastlamamıştır. Şimdi ise maalesef gerçek budur.
“…Karaciğerde büyüme vardır, derhal sıkı bir diyete girmelidir,
içki ve sigarayı hemen bırakmalıdır, kesin istirahat şarttır, verilecek ilaçların
derhal getirtilmesi zorunludur.”
En önemlisi: “…İşin şakası yoktur!..”
Bu teşhis daha sonra diğer Türk hekimleri tarafından da
doğrulanacak, yurt dışından getirtilen uzmanlar da aynı görüşü paylaşacaklardır.
Çankaya’dakiler Atatürk’ün hazır yokluğundan da istifade ederek tüm köşkü ilaçlatadursunlar,
sıkıntının kaynağı ilk ciddî muayenede anlaşılmıştır. İşte bunun üzerine derhal
Paris’e ilaç siparişleri verilir. İlaç ve maden suları.
x
x x
Kaybedilen zaman boyunca hastalığın içerde ne boyutta hasara
yol açtığı henüz bilinmediği için, olayın tam bir gizlilik içinde yürütülmesi
kararlaştırıldı. Bunu özellikle Atatürk istiyordu.
Hatay meselesi ortadaydı. Bu Dâvânın zarar görebileceğinden
korkuyordu.
Sofrada “hasta” sözcüğünün kullanılmasını yasak etti.
Perhize bir miktar uydu ama, istirahat konusu hep aksadı.
Biraz kendini iyi hissetse çalışmaya dalıyor, o tempo içinde
adeta kendini kaybediyordu.
Belki bu dönemde bir tek şeye çok ihtiyacı vardı:
Lâtife Hanım’a.
Köşkte, Saray’da, trende, yatta…hatta sofrada…her zaman ve
her yerde, O’nunla yaşamı paylaşan, onu yürekten seven, her gün yirmi dört
saatini onunla geçirecek olan, bilinen
tavrıyla otoriter bir Lâtife Hanıma…
Böyle bir dönemde belki bir tek O’nun Lâtif’i O’nun tüm
aşırılıklarını frenliyebilirdi.
Sofra arkadaşları veya hizmetliler değil…Hele doktorlar hiç
değil…
Bunu nereden mi biliyoruz?
Kısa dönemde ardı ardına o kadar vahim hatalar yapıldı ki,
öylesine geri dönülmez bir yola öylesine hızlı bir giriş yaptı ki, bütün
bunları Ancak bir Lâtife Hanım önleyebilirdi.
1 Şubat’ta Yalova’dan Bursa’ya hareket etti.
Oysa en az iki hafta mutlak istirahat edecek, yataktan
kalkmayacaktı. Üstelik tedavi hemen meyvesini vermiş, kaşıntıları azalmış, kısa
sürede bir kilo almış, yüzüne renk gelmişti.
Prof. Belger ilerde yazacağı anılarında; “…her şey olumlu
giderken, Yalova’ya gelişinin 12. günü, tüm ısrarlı ricalarıma rağmen ve aniden
Bursa’ya gitti. Neden gitti, bilmiyorum… Dönüşünde de Termal Otele uğramadı,
doğrudan Ankara’ya geçti…keşke tedaviyi sürdürseydi…” diyecektir.
Oysa Bursa’ya neden gittiğini biz biliyoruz. Sümerbank Merinos
Fabrikası’nın açılışını yapacaktı. Bu açılış tedavinin sonunu bekleyemez miydi?
O’nun “görev anlayışı” ölçüleriyle bakılınca, hayır
bekleyemezdi.
Orhangazi’den Gemliğe
geçti ve önce burada Gemlik Sun’i İpek Fabrikası’nı açtı.
Arkasından aynı gün saat 16.30’da Bursa’ya geldi.
Yanında Başbakan Bayar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya,
Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya, Ekonomi Bakanı Şakir Kesebir, Orgeneral
Fahrettin Altay, Ali Fuat Cebesoy ve Bursa milletvekilleri vardı. Doğruca
Çelikpalas Oteli’ne gitti ve dairesine çekildi. Akşam muhteşem bir “fener
alayı” yapıldı, otelden izledi. Ertesi gün, 2 Şubat. Öğleden sonraya kadar
otelden çıkmadı. Saat 16.00’da Sümerbank
Merinos Fabrikası’nın açılışını yaptı.
x
x x
Atatürk’ün kaşıntılarına gelince, bu konuda önce Ankara
Numune’nin Deri Hastalıkları Klinik Şefi Prof. Dr. Alfred Marchionini’nin verdiği merhem ve solüsyonlar
kullanılır ama bir faydası görülmez. Aksine kaşıntılar giderek artar. Bir gün
Köşkün bahçesinde konuklarıyla otururken kaşıntılar gene başlar. Kolunu uzun
uzun kaşıyıp, sonra da gömleğinin kolunu sıyırınca, derisinin üzerinde kırmızı
kabarcıklar oluştuğunu görür, konuklar arasındaki bir doktora sorar: “Doktor, bunlar nedir?”
Doktor uzun
uzun inceler ve sonra da teşhisini bildirir:
“Bunlar
karınca ısırığı efendim! Sizi karıncalar
ısırmış.”
“Ama
doktor, ben geceleri yatarken de kaşınıyorum. Karınca köşke çıkar mı?”
“Çıkar
efendim, karınca bu!” Hemen çevrede birkaç zavallı karınca da bulunuverir.
Suçlu belli olmuştur. Kanıtlar da ortadadır. Karar derhal infaz olunur!.; Köşk
baştan aşağı ilaçlanır. Olay tiraji komiktir ama Karadenizli dostlarımız
alınmasınlar, bir Karadeniz fıkrası da değildir. Zaten doktor da bir
Karadenizli değildir.
Doğru dürüst teşhis konulabilmesi için gerekli laboratuar
tahlillerine sürekli karşı çıkan Atatürk, bu konudaki başlıca suçludur ve o
günkü doktorlarımızı bugünden bakarak suçlamak, işin en kolaycı yanıdır ama
doğru değildir.
Bunun en güzel kanıtı da, 22 Ocak 1938 günü Yalova’da
nihayet izin verdiği daha ilk muayenesinde, Prof. Dr. Nihat Reşat Belger’in koyduğu
teşhistir:
“Siroz başlangıcı.”
Bu teşhis doğrudur ve daha sonra Türkiye’ye getirtilecek
yabancı uzmanlarca da doğrulanacaktır. Yukarda belirtildiği gibi Yalova’daki bu
muayeneyi kendisi talep etmiştir. Demek ki bir takım anormallikleri daha yoğun
hissetmeye başlamış olmalı ki, bu talepte kendiliğinden bulundu. Keşke
doktorların aylar öncesinde bu yöndeki ısrarlarına direnmeyip, köşkü ilaçlatmak
gibi komikliklerle zaman kaybedilmeseydi de, bu teşhis aylar öncesinde yapılsa,
tedavisi de ona göre aylar öncesinde başlasaydı. Olmadı.
x
x x
1937 sonlarından itibaren ortaya çıkan bu sevimsiz durum
acaba yurt dışından nasıl görülüyor ve değerlendiriliyordu? Şimdi ona bir bakalım.
1937 yılı sonuna doğru özellikle İngiltere ile Fransa
arasında Atatürk’ün sağlık sorununa ilişkin bir polemik yaşandı. Bundan henüz
Türkiye’nin haberi yoktu.
Fransa’nın Ankara Büyükelçisi M. Ponso, Aralık 1937’de,
Atatürk’ün sağlık durumunun kötüye gittiğini Paris’e rapor etti. Fransa
Dışişleri Bakanlığı da bu bilgiyi İngiltere’nin Paris Büyükelçisi Sir Eric
Phipps’e iletti. Doğal olarak Büyükelçi de bu bilgiyi Londra’ya aktardı.
Buna göre: “ Atatürk’e yakın çevrelerden alınan bilgiye göre, O’nun zihnî ve fizikî
bir çöküntüye gitmekte olduğu izlenimi varmış. Atatürk son günlerde sık sık
kendini kaybediyormuş.”
Sir Eric, Fransızların kendisine gizlice verdikleri ve
Ankara’dan gelen bu raporu Londra’ya aktarırken şu görüşlere de yer veriyordu: “Atatürk’ün
son hastalık belirtilerinin içkiyle ilgisi yoktu.” Yani, içkiden de önemli bir
başka nedenin var olduğu vurgulanmaya çalışılıyordu.
“…Bir süre önce Atatürk Anadolu’da uzun bir seyahate çıkmış
ve basın bunu ayrıntısıyla vermişti ama Fransa’nın Ankara Büyükelçisi’nin
duydukları farklıydı. Bu seyahat esnasında Beyaz Tren zaman zaman kuytu
yerlerde saatlerce bekletilmişti. Kimi zaman da tümüyle bir program son
dakikada iptal edilmişti. Atatürk baygınlık durumundan kurtulunca şaşırtıcı
davranışlarda bulunuyordu. Hükümet mensuplarını sürprizler karşısında
bırakıyordu. Yabancı Büyükelçileri çağırıp sabahın erken saatlerine kadar
onları konuşturuyor, eğlendiriyor, ağırlıyordu. Böyle bir “fasıla” sırasındadır
ki, en sadık dostu İsmet İnönü’nün başbakanlık görevine son vermişti.
Atatürk’ün çöküşü son zamanlarda hızlanmıştı. Öyle ki, Fransa Hükümeti “Büyük
Adam”ın göçüp gideceği, Türk devlet gemisinin birdenbire motorsuz ve dümensiz kalacağı gün için hazırlıklı
olmak durumundaydı. O gün belki pek uzak değildi.”
Bu karamsar rapor bununla da bitmiyordu ve bir cümle
özellikle dikkati çekiyordu:
“Bu durumda Atatürk herhangi bir çılgınca veya ölçüsüz
harekette bulunursa, Fransa Hükümeti buna şaşmamalıdır”.
İyi ama bütün bunlar ne anlama geliyordu? Fransız
diplomatları İngiltere’ye ne demeye çalışıyordu? Fransa’nın Ankara
Büyükelçisi’nin Paris’e gönderdiği rapor neden İngiltere’ye servis ediliyordu ?
O günlerde Hatay meselesi yüzünden Türkiye – Fransa
ilişkileri gergindi ve bu biliniyordu. Bir resmî kabul esnasında Atatürk,
yukardaki raporu Ankara’dan gönderen Fransız Büyükelçisi Ponso ‘ya dönmüş,
çevrede herkesin duyabileceği bir ses tonuyla:
“Hükümetinize bildirin” demişti, “Hatay’ı alacağım.
Milletime söz verdim, bunu mutlaka yapacağım. Bu millet ona ne söz verdiysem
yaptığımı bilir. Buna alışıktır. Eğer sözümde duramazsam, sokağa çıkamam,
onların yüzüne bakamam. Yenilirsem bir
tek gün yaşayamam. Bunu böyle bilin.”
Şimdi bu Büyükelçi tutmuş, yukarıdaki raporu kaleme almıştı.
Bununla, hastalığı nedeniyle Atatürk’ün artık normal düşünemediğini, o nedenle
her türlü çılgınca kararı alabileceğini mi ima etmeye çalışıyordu? Bütün
bunların İngiltere’ye gizlice duyurulmasından maksat ne olabilirdi? İlerde
Atatürk daha radikal kararlar alırsa, ileri süreceği Türk tezini zayıflatmak
için Fransa şimdiden tedbir mi almaya, İngiltere’yi yanına mı çekmeye
çalışıyordu?
Bütün bu soruların yanıtı, kocaman bir “Evet”dir.
Atatürk’ü çok iyi tanıyan Fransa başına geleceği
bilmektedir.
İngiltere Dışişleri Bakanlığı konunun üzerine derhal eğilir.
Hemen ertesi günü, yani 29 Aralık 1937
günü Ankara’daki büyükelçiliğine “çok acele ve gizli” bir şifre telgrafla
konuyu sorar ve tam da o günlerde yurt dışına çıkacak olan Dışişleri Bakanı
Eden’in merakını gidermek için de 48 saat içinde yanıtının verilmesini ister.
İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Sir Percy Loraine 48 saat
beklemez bile, yanıtını hemen ertesi günü bildirir:
“ Atatürk’ün zihnî ve fizikî durumunda bir gerileme olduğunu
doğrulayamam.”
Büyükelçi Loraine’in
verdiği yanıta göre, biraz yaşlanmış görünmekle birlikte Atatürk hep
aynı Atatürk’tü. Gündüzden ziyade geceleri yaşıyordu ama sabahları geç
kalkıyor, uykusunu bol bol alıyordu. Yaşantısı oldukça düzgündü. Onun dinamik
canlılığı ile durgunluğu arasındaki değişmeler veya âni kararlar alışı yeni bir
şey değildi. Atatürk’ü en son bir ay
kadar önce, 25 Kasım’da görmüştü. Bu görüşme esnasında Atatürk’ü herhangi bir
çöküntü içinde görmemişti. Bu görüşmede hazır bulunan Büyükelçilik Maliye
Uzmanı Mr. Nixon ile Mr. Waley de bu görüşü doğrulayacaklardı. İnönü’nün
Başbakanlık’tan ayrılması ise Atatürk’ün rahatsızlığına bağlanamazdı.
Sonra Loraine kişisel değerlendirmesini yapacak ve Fransız
Büyükelçisi’nin bu kadar karamsar bir rapor yazmasının arkasında Hatay (İskenderun Sancağı) meselesinin olabileceğini,
Atatürk’ün bu meseleyi tamamen kişisel bir meselesi haline getirmiş olduğunu,
bu milletin de sonuna kadar onu kararında destekleyeceğini belirtir.
Atatürk’ün aniden ölebileceği görüşüne karşı olarak da
İngiliz Büyükelçi, “…eğer böyle bir raporu okumasaydım da bana sorsaydınız,
size Atatürk’ün daha beş-on yıl yaşayabileceğini söylerdim.”demektedir.
Büyükelçi, ayrıca, Atatürk’ün ani ölümü üzerine ülkede kaos
çıkıp rejimin tehlikeye düşeceği görüşüne de katılmadığını, Türkiye’de iç barış
ve rejim sarsılmadan böylesi bir tehlikenin
atlatılabileceğini ifade ediyordu. Rejim
o denli sağlamdı ve oturmuştu.
İngiliz Sir Lorain’in bu telgrafının bir kopyası, İngiltere
Dışişleri Bakanlığı tarafından “özel”
olarak İngiltere’nin Paris Büyükelçisi’ne gönderildi. Böylece Paris’teki
Büyükelçi de bilgilendiriliyordu ama bu bilgiyi Fransız makamlarına vermesi
istenmiyordu.
Bu tarihten itibaren Şubat 1938 sonlarına kadar bir daha Atatürk’ün sağlık durumuyla
ilgili ortalıkta bir rapor görünmedi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)